Ana içeriğe atla

Şarköy Notları - III

BÖLÜM III


Şarköy’de üçüncü günüm. Ayrıca Ramazan Bayramının birinci günü. Artık “birileri gelse de biraz muhabbet olsa” demeye başladım. Bunca zaman içinde değerlendirebileceğim, “işe yarar” diyebileceğim birkaç cümlem olduğuna inanıyorum. Henüz tam manasıyla kıvama gelmiş olmasam da en azından boş durmadım. Kaytarabileceğim tüm araçlardan uzaklaşmış olmanın faydasını da gördüm. İyi ki gelmişim buraya.

Üç gündür telefon görüşmelerim dışında kimseyle konuşmadım. Bu bana askerliğimin ilk günlerini hatırlatıyor. En büyük fark burada koşuşturmacanın sıfıra yakın olması. Askerlik günlerime hiç girmeyeceğim onlar başka bir yazının konusu. Anlatılacaklar fazla olsa da büyük çoğunluğu herkesin yaşadığıyla aşağı yukarı aynı. Günde birkaç kez tekrarladığım o seremoniye yine başlıyorum. Pipom hazır, çay suyum kaynıyor ve kağıtlar önümde…

Her ne kadar o havada olmasam da bir bayram günündeyiz. Buna dair küçük bir yazı yazmak gayet yerinde olur.


***

Bayramlarım

Çocukluğumda şimdi anlamakta güçlük çektiğim sevinci bayram gelmeden yaşamaya başlardım. Okulların tatil olması zaten başlı başına bir bayramdı benim için. Annemin özenerek diktiği, üzerimizde defalarca prova ettiği elbiselerimizi başucuma yada her an ulaşabileceğim bir yere koyardım. Bayram arifesinin gecesinde uykuya, sanki başka bir dünyada uyanacakmışım gibi dalardım. Yepyeni bir dünyada, yepyeni elbiselerle dolaşacaktım ve o elbiseler elbette ki bana çok yakışacaklardı.

Dışarı çıkmadan evvel annemin yüzüme sürdüğü sabunlu elbezinin de katkısı vardı o ferah mutlulukta, o yaşımda beni ne mutlu ediyorsa, bildiğim güzel tatlar neyse gönlümce tadabilecektim. Cebimde bayram harçlıkları bakkaldan canım ne istiyorsa alabilecektim. Çatapatlar, kız kaçıranlar, maskeler ve bir sürü kıvır zıvır. Onlarla bayramda oynamak daha zevkliydi. Bayramlarda büyükler çocukları daha bir severlerdi sanki. En azından ben öyle olduğuna inanırdım.

Daha kendi başıma tuvalete bile gidemezken, bayramlıklar üzerimde kucaktan kucağa taşındığımı silik bir şekilde hatırlarım. Ceplerime ne işe yaradıklarını henüz tam olarak kavrayamadığım harçlıklar sıkıştırılırdı. Yedi-sekiz yaşıma geldiğimde o geçmişimi düşünür ve o paraları harcayamamış olmanın cahilliğine hayıflanırdım.

Çocukluğumuzda rüya olmayan ne vardı ki? O geçmişteki heyecanları hesapsız kovalayan çocuğunu hangimiz özlemez ki? Anlamadan önce yaşamaya başlıyoruz. Yaşıyoruz, sonra anlıyoruz. “Hiçbir şey bilmiyor”luğun saflığı ve savunmasızlığıyla korunmaya muhtaç çocuğu hangimiz korumak istemez ki? Ama özlenecek, korunacak kimse yok ortada. Kavuşmanın mümkün olmadığı bir özlem bu. Peki, geçmişten buraya gelirken hiç mi bir şey taşımadınız? Ben taşıdım, anlatabileceğim bir yere bırakabilmek için neredeyse her yaşımı taşıdım.

Bu yazıyı yazarken bir bayramdayız ve bayramlar artık benim için neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. O geçmişi tekrar yaşamak değil sadece anlatmak istedim.

Bence siz de geçmişinizi anlatın ve orada bırakın. Tekrar yaşamaya kalkmayın.En güzel bayramınız en son yaşadığınız olsun.