Ana içeriğe atla

Ölçüsü Tutmayan Yazı

"Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum"
Ahmet Telli

Ferhan Şensoy’un bir oyununu hatırlıyorum. Delirmenin kolay yolunu anlatıyordu. Elinize bir kâğıt kalem alın, bir kelimeyi yazın diyordu. Sonrasını net hatırlamıyor, bir miktar uydurarak katkıda bulunuyorum. Aşağı yukarı şöyleydi: Kelimeyi sürekli tekrar edin, heceleyin, tekrar edin… Kelime bir süre sonra kontrolden çıkacak ve sizi de yanında götürecek.

Ölçü… Kelimeyi yazıyor ve tekrar ediyorum. Tekrar… tekrar… tekrar… Öl-çü, öl-çü, öl-çü, ölçü, ölçü… Zaten anlamını doğru dürüst yakalayamamışım, iyice ipin ucunu kaçırıyorum. Delirmek değil, yazmak niyetinde olduğumdan bırakıyorum.

Ölçü… Öl… Ölümle ilgisi var mı? Anlamı genişlettikten sonra her kavram, evreni dahi içine alabilecek hale gelebilir. Osmanlıca sözlüklere bakıyorum, hiç yeri yok, genç bir kelime çünkü. Anlamından yola çıkarak “mikyas”, “mesaha”, “mikdâr”, “derece”, “tedbir”, “had”, “müsâade”, “vezin”, “miyân”, “nisbet” kelimelerini bulabiliyoruz. Başlangıç için iyi, yine de yardımcı olmuyorlar. Türkçe sözlükler tatmin edici gelmiyor. Etimiolojik sözlükler, tarama sözlükleri, felsefe sözlükleri… Hepsine göz atıyor, yardım dileniyorum.

Kendimle başlayayım. Bir arkadaşımın konu hakkında karaladıklarına bakıyorum, gülüyorum. İlkokul panosuna asmaya yüzüm tutmaz. Bendeki ilk çağrışımı mesafe, iki insan arasında tesis edilen, sonra sosyal insanın içinden çıkamadığı bir zorunluluk. Neden anlamıyorum, bu sözcüğe karşı hiç sempati duymuyorum. Sanki boğazımı sıkıyor. Alışık olmadığın, zorunlu kalmadıkça kullanmadığım boyunbağı sanki.

Editörümüz, ilk sayı için konuyu söylediğinde hayal kırıklığına uğradığımı gizlemeyeceğim. Yazmaya âşık biri olarak beni böylesine çaresiz bırakacak konuyla başlamak istemezdim. Doğrusu, oyalana oyalana yazımı son haftalara kadar ertelemem de bu yüzdendir. Sonra editörümüzün ikna edici tehditlerinin faydası oldu. Daha teşvik edicisi ise, zerre inandırıcı bulmadığım övgüleriydi. Kalemimden kan damlıyormuş, bensiz bu dergi çıkmazmış. Yahu kim tanır beni? Beğendiğin bir yazımı söyle desem, yere sığdıramadı ya, bir de gökte yer açayım diyecek. İnanmasam da gururum okşanmadı değil. İşte meramımı arz edip huzura çıktım.

İyi de neden ölçü? Bir yerinden dokunsam yetermiş, illa süjeyi lif lif, atom atom parçalamam gerekmezmiş. Al sana bir ölçü sorusu, kaç sayfa yazacağım? Fark etmezmiş, uzunlar kadar kısa yazıları da ihtiyaç varmış. Bir de zaman ölçüsü sorusu, ne zamana yetiştirilecek? Neyse, bu detaylarla sizi sıkmayayım. Tanışma faslı ya, hakkımda fikriniz olur ümidiyle sohbette inat ediyorum.

Gözümün önüne cetveller, mezuralar, ağırlıklar, gönyeler, kronometreler, teleskoplar, mikroskoplar, pusulalar geliyor.

Dolap beygiri gibi etrafında dönüp duruyor; ama bir türlü merkeze yaklaşamıyorum. Korkumdan! Yoksa elbet bilirim, okkadan kilograma, arşından metreye geçişin öyküsünü yazmayı. Ama böyle bir yazıyı dizgiye getirdiğimde suratıma püskürtülecek kahkahadan korkarım. Ne sandınız, yazmış olmak için yazanların başına gelen budur. Ya yüzlerine karşı gülünür, bunlar şanslılardır; ya arkalarından gülünür, bunlar zavallılardır. Çünkü ruhları bile duymaz.

Öyle ya, ha endaze ha metre… Farklı ölçü birimi kullanıyor diye boynu bükük dolaşan insanoğlu görmüşlüğümüz mü var? Tahsil hayatımızda yeterince kafamıza kakılmadı mı? Tarih bilgimizde deve kervanının geçebileceği kadar büyük gedikler varken, kovalanan kargaları adımız ölçüsünde ezberlemedik mi? Yıllardır aynı cümlelerle tekrar edilenleri yazacaksak, dergi çıkarmak için girişilen bunca zahmetin ne anlamı var? Kadromuzdaki yazarlara inancım tam. Yeni tartışmalar, yeni fikirler bizim verimli toprağımızdan ve diliyorum, dergimizden çıkacaktır.

Uzun vadede küçük bir servetle oluşturduğum kitaplığıma bakıyorum. Kitaplar, sanki benden hayır bekleme der gibi bakışlarını kaçırıyorlar. Onlara bakarken aklıma, kesin ölçüye düşman bir terim geliyor: Göz kararı. Yemek yapanlar bilirler, bu öyle bir karardır ki her seferinde yeni tatlara ulaşmanın kapısıdır. Risktir aynı zamanda, sonuç tatmin edici olmayabilir. Neredeyse her ev kadını bu riski göze alarak yemek yapar. Biz de şükürler eder, o eller dert görmesin deriz. Neden mi? Deneyin; bir markete gidip bir ürünü gözünüze kestirin, o üründen sepet dolusu alın. Her gün aynı öğünde o ürünü tüketin. Hiç şüphem yok, yediğiniz ne ise iğrenmeye başlayacak, canınızdan bezeceksiniz. Ölçüsü aynıdır o yiyeceğin, tadı hep aynıdır. Her gün yenip de bıkılmayacak ne var, diye sorarsanız, ekmek derim. Fakir sofraların haftalık, aylık menüsünde tekrarlar çoktur. İşte göz kararı, asıl mucizevi etkisini o mütevazı sofralarda gösterir.

Yavaş yavaş ölçüyü neden sevmediğimi kavrıyorum. Belirsizliğin yaşama daha yakıştığını düşünüyorum. Ölçüyü tümden terk etmek mümkün değil. Nispi olanı tercih ediyorum. Öyle belirsiz yaratıklarız ki iki tam sayının arasına sonsuz kesirli sayı koyabiliyoruz. Pi sayısının ise sonu bir türlü gelmiyor. Bulabildiğimiz sadece yaklaşık sonuç.

Bir gün, pencereden pencereye sohbet eden iki kadının konuşmalarına kulak misafiri oldum. Biri, okul çağındaki çocuklarından yakınarak şöyle diyordu: “Hafta içi zor uyandırıyorum, hafta sonu sabahın köründe ayağa dikiliyorlar”. O çocukları, kendi çocukluğumla karışık, gözümün önüne getiriyorum. Zamanı ölçüp, uymak zorunda kalışımıza bilinçsizce, çaresiz bir isyandır “anne beş dakika daha” cümlesi. Güzelim uykumuzu çığlıklarıyla bölen alarmlara karşı sevgi duymamızın imkanı var mı? O belirli saatin üzerine eklenecek beş dakika daha, yarım saat, bir saat, mutlu, daha tahammül edilir biri olarak kalkmamıza yetebilecektir oysa. Ne demek istediğimi, sabah işe giden insanların yüzüne bakarak kolaylıkla anlayabilirsiniz.

Sonra, bize ölçülü olmamız konusunda yapılan tavsiyelere ne demeli. Ara sıra yaramazlığımızın ayakları hiç mi toprağa değmemeli? Lüzumundan fazla ciddi bir mecliste içinizden çocukluk yapma düşüncesi geçmez mi bazen? Yine aklıma okul zamanlarım geldi. Sadece güldüğüm için çok kötü şekilde dövülmüştüm. Çocuktum, doğal olarak aklım, yel esse uçar giderdi; ama yaramaz değildim. Yapılan muameleyi asla kabul edemedim. O öğretmene de nefretim hiç azalmadı.

Ders aralarındaki boşluğa teneffüs denmesi ne kadar da manidarmış. Çocukluğumuz, umurumuzda olmayan konuların içinde boğulup durdu. Saygı, çeşitli dayak atma yöntemleriyle şekillendi; ama sevgi, tarafımızca keşfedilmeyi bekleyen bir kelimeden ibaretti. Terbiye, terliğe benzerdi ama merak, nesnesi olmayan şeytandı. İçine sığamadığımız ölçülere tekme tokat tıkıştırılırken, insanlığımız iyice örselendi.

Yazıya başlamadan önce bu kadar ölçü düşmanı olduğumu bilmiyordum. Tek yönlü baktığım için haklı eleştirilere maruz kalacağım muhtemel. Konunun başka bir yönüne baktığımın düşünülmesini tercih ederim. Huzurumu kaçıran, gerekliliğinden şüphe duyduğum; ama uymak zorunda bırakıldığımız ölçülerdir. Düzen derler adına. Düzen mi? Dün yoktu, yarın olmasa da olur.

Okurlar, ölçüsüzlüğümden dolayı beni affetsin. Ölçünün verdiği ilhamla kalemimden dökülenler bunlar.