Ana içeriğe atla

Baba ve Piç - Elif Şafak

Eleştiriler genelde “… seyrettin mi?” / “… okudun mu?” sorularıyla başlıyor, bütün değerlendirme bir kelimeye sığdırılıyor; “güzeldi”, “kötüydü”, “beğendim”, “beğenmedim”. En zengin eleştiriler belirteç tümleci haline getirilir, daha fazlasına pek rastlanmaz. Görünenin ötesine bakmaya çalışmadıkça eleştiri yapılamaz, yapılanlar da bir-iki kelimeyi aşamaz.

Baba ve Piç’i okumayı düşünmüyordum. Reklâmlarla promosyonlarla burnumuza sokulan kitaplardan uzak durmaya çalışıyorum. Sık sık kitapçıları gezerim, Elif Şafak’ın kitabı, aylardır tezgâh ve raflarda “en çok satan kitaplar”dan biri olarak, ön sıralarda yer buluyor. “Çok satılan kitaplar”ı sanattan uzak, ticaret ve siyaset malzemesi gibi kullanılmasına yabancı değilim. Bu, ürünlerin içeriklerini incelemeden kafamda ister istemez oluşan bir önyargı. Baba ve Piç, böylesi bir kanaatle yetinmeyi tercih etmediğimden, istemeyerek ve hiç roman tadı almadan okuduğum kitaplardan.

Elif Şafak’ın kitabını okumadan önce ve sonra bazı incelemeler yaptım. Virgül dergisinin eski bir sayısında Ömer Türkeş’in “2000 Yılı Romanları” isimli eleştirisine rastladım: “Önceki iki romanını sevmemiştim Elif Şafak’ın, Mahrem’i daha iyi bulduğumu söyleyebilirim; bunda Şafak’ın medyada sıklıkla görülmesi, yüzünü ezberletmesi, kendi romanının neredeyse her bir sayfasını uzun uzun açıklaması ve bizleri metnine alıştırmasının rolü vardır belki de!..” Kitabına talebin sebebinin, desteğini hiç esirgemeyen medya olduğunu kim inkâr edebilir? TCK’nin 301. maddesine göre “Türklüğü elenen aşağılama” iddiasıyla yargılanmasının önemli bir promosyon değeri taşıdığına şüphe etmiyorum. Beraat etmesi sevindiricidir. Üzücü olansa 1915 olaylarının, hâlâ sağlıklı bir şekilde tartışılmaması ve bu tartışmaların böylesi roman ve romancılara bırakılmasıdır.

Kitabın ilginç bir yanına daha değinmek için, Halide Edib Adıvar’ın Sinekli Bakkal’ını hatırlatmak istiyorum. Bu kitap da önce İngilizce olarak, The Clown and His Daughter adıyla, 1935’te Londra’da yayımlanmış, aynı yıl bir gazetede tefrika edildikten sonra 1936 yılında kitap olarak basılmış. Elif Shafak’ın -resmi internet sitesinde aynen böyle yazıyor. Ayrıca İngilizce basılan kitaplarında da ismi bu şekilde- kitabının farkı; henüz orijinalinin bulunmayışı idi. Kitap, “The Bastard of Istanbul” adıyla, Viking firmasından, 18 Ocak 2007’de çıktı. Yeni bir durumu daha tecrübe ettik. İlk defa orijinali piyasada bulunmayan bir kitabın çevirisini okuduk. Ben pek anlam veremedim ama üzerinde fazlaca durmayı gereksiz buluyorum. Eminim konu üzerinde araştıracaklar, siyasi aynı zamanda “sanatsal” komplolara değinecekler olacaktır.

Baba ve Piç’i şöyle özetleyebiliriz: Erkekleri kırkını aşamadan öldüklerinden, sadece kadınlardan oluşan bir Türk ailesi ve bu ailenin en küçük bireyi Zeliha Teyze’nin bir piç doğurmasıyla (Asya) başlıyor roman. Aile, tek erkek çocuğu, aynı zamanda Zeliha Teyze’nin ağabeyi olan Mustafa’yı bu “lanet”ten korumak için, Amerika’ya göndermiş. Amerika’da bulunan Mustafa, Asya ile yaşıt bir kız çocuğuna (Armanuş) sahip Rose’la tanışır. Rose, Ermeni kocasından yeni boşanmıştır ve eski kocasının ailesinden intikam almak için Mustafa’yı kullanır. Mustafa ile Rose daha sonra evlenirler. Asıl hikâye, Asya ve Armanuş on sekiz yaşlarına geldikleri zamanda başlar. Armanuş köklerini merak ettiğinden üvey babasının ailesiyle irtibata geçerek gizlice Türkiye’ye gelir.

Roman mı? Denebilir. Süsü bol, dinsel öğelerin çeşni olarak fakat emanet, eğreti durduğu, “eski Türkçe” kelimelerin yerli-yersiz serpiştirildiği bir “roman”. İslâm’a, Kuran’a göndermeler yapılıyor, gerçeklikten öyle uzak görünüyorlar ki hemen hepsi havada kalıyor, birkaç örnek:

‘Hah! Nihayet gelebildi hanımefendi! Hoş geldin yabancı! Gel sen de katıl bize,” diye seslendi Banu, fırında kızarmış gevrek bir tavuk kanadının üzerinden boynunu uzatarak, ‘Peygamber efendimiz sofranızdaki nimeti yabancılardan esirgemeyin diye nasihat etmiş.’ ” (s.30)

Şu aşamada olsa olsa pıhtı sayılır. Hani ‘o seni bir kan pıhtısından yarattı’ diyor ya Kuran, öyle işte. Pıhtıcık kelimesi hem dine hem bilime daha uygun olur!” (s.36)

Zaman zaman kendini Kuran-ı Kerim’de bahsi geçen esrarengiz mahluk Dabbet-ül Arz’a benzetirdi.” (s.74)

Banu Teyze, çekmecesinde incili bir muhafazanın içinde sakladığı Kuran-ı Kerim’i çıkardı. Bir sayfa açıp rasgele okudu: ‘And olsun ki, biz insanı yarattık. Nefsinin onu ne gibi vesveselere düşürdüğünü biliriz. Bu ona şah damarından daha yakınız.” (s.200)

Roman anlatımında iki tercihimiz bulunuyor. Ya romanın dünyasının tamamen dışında, dışarıdan görüyormuş gibi anlatacağız ya da roman kahramanlarından biri olacağız. Elif Şafak tercihini birincisinden, yaratıcı olmaktan yana kullanmış. Bu sebeple tüm kahramanlarının ne düşündüklerini biliyor. Fakat bununla yetinmiyor tiplerine dair yargısını da kendisi veriyor. Okurun düşünmesine gerek kalmıyor, okur yerine de kendisi düşünüyor.

Amerikalı bir anneden ve Ermeni bir babadan olma Armanuş’un en sevdiği yazar, Milan Kundera. Doğrusu buna hiç şaşırmıyorum. Romanın Türk genç kızı Asya’nın müdavimi olduğu yerin ismi de Kafe Kundera. Bu mekânın diğer müdavimlerinin isimleri bile yok. Sıfat/isim tamlamasından ibaretler. “Aşırı Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi”, “Alkolik Karikatürist”, “Alkolik Karikatüristin Hayatla Kavgalı Karısı”, “Gizli Gay Köşe Yazarı”.

Armanuş’un da müdavimi olduğu bir ortam var, fakat bu ortam sanal. "Cafe Constantinopolis" isimli bir sohbet odası. “Birkaç Yunanlı-Amerikalı, Sefarad-Amerikalı ve Ermeni-Amerikalı” tarafından kurulmuş. Odanın üyelerinin ortak özellikleri, New Yorklu olmaları, bir zamanlar İstanbul’da yaşamış gayrimüslim ailelerin torunları olmaları ve Türklerden hazzetmemeleri. Romanın bana en gerçekçi gelen kısımları, Armanuş’un sanal ortamdaki sohbetleri oldu.

Türk ailesinin erkekleri kırk yaşını aşmadan ölüyorlar. Nedeni belli değil, rasyonalist yaklaşan okurların durumu rastlantıya bağlamaktan başka çareleri yok. Asya’nın teyzesi Banu Hanım’ın cinleri için mantıklı izahat bulmaksa pek mümkün görünmüyor. Banu Teyze’nin iki cini var; Şekerşerbet Hanım ve Ağulu Bey. Sağ omzundaki Şekerşerbet Hanım iyi “sık sık camileri ve kutsal mekânları ziyaret” eden, “Kuran konusunda çok bilgili” bir cin. Bugüne kadar cinler hakkında bu kadar bilgi sahibi olmamıştım. Şekerşerbet Hanım’ı şöyle tarif ediyor:

İyilik saçan, aydınlık bir yüzü başının etrafında mor, pembe ve eflatun tonlarında bir hale vardı; ince, zarif bir boyun, boynunun bitip teknik olarak gövdesinin başlaması gereken yerdeyse sadece duman vardı. Vücudu olmadığından kaide üzerinde duran bir büstü andırırdı ki bundan gayet memnundu. Herkesin gayet iyi bildiği üzre dişi insanların aksine cinler vücutları orantısız diye komplekse kapılmazlar.

Sol omzundaki Ağulu Bey’se “çok yaşlıydı, bir cin için bile çok yaşlı. Bu sayede göründüğünden çok daha güçlüydü. Zira herkesin gayet iyi bildiği üzre, cinler yaşlandıkça güçlenir.

Herkesin gayet iyi bildiklerini bu kitabı okuyana kadar bilmiyordum. Elif Şafak’ın böylesine gayriciddî yazacağını ve işi saçmalama boyutlarına vardıracağını da bilmiyordum. Oysa ilerleyen sayfalarda daha vahim bir durumla karşılaştım. Elif Şafak, 1915 olaylarını Banu Hanım’ın cininin ağzından bize aktarıyor. Bu tavrıyla meseleyi bolca sulandırıyor. Kendi söyleyeceklerini bir roman tipinin ağzına koymak, ne çeşit bir cesaret işidir, merak ediyorum.

Bu “roman” hakkında daha fazla ayrıntıya girmeden sonuca geliyorum. Elif Şafak’ın yarattıklarından hiçbiri, haklarında anlamsız ve gereksiz bir sürü ayrıntıyı öğrenmemize rağmen, tip olmaktan öteye geçemiyorlar. Daha çok kukla tiyatrosunu andırıyorlar. Kitabı okurken en fazla, zamanımın çalındığını hissettim. Piyasa ürünü olduğundan, iyisini beklemiyordum ama beklediğimden kötüsüyle karşılaştım.