Ana içeriğe atla

Anneler Ölmez

Konuk Yazar: Nihat Genç

Vefat edeli on altı yıl oluyor ama ne zaman mutfağa, banyoya, oturma odasına girsem, bu büyük hayali posterleri yüzüme çarpar. Mutfaktaki posterinin üstünde, “oğlum domates bu bıçakla kesilmez, oğlum ekmeği açıkta bırakma, oğlum peyniri kurutacaksın” benzeri binlerce söz dolu. On yıllar geçse de, on tane ev değiştirsem de, mutfaklar aynı mutfaktır, oturma odaları aynı, anneler nasıl kurmuşsa öyle yaşarlar! Sadece banyodaki posterlerin üstüne yazılanlardan bir büyük kitap yazılabilir, “oğlum şampuanı avuç avuç kullanma, birazcık yeter, oğlum banyo terliğiyle dışarı çıkma” ve niceleri ömrümüz oldukça büyük bir tiyatro sahnesinde her gün sahneye konur, istemesek de o repliklerle kurulu bir hayatı yaşarız! Ayakkabımı bağlarken, ekmeği dilimlerken, hep onun tembih ettiği gibi... Ne zaman eve girerken ayakkabılarla halının ucuna bassam, sanki bir ses, annemin sesi oracıkta azarlar durur beni! İnce bir şey satın alsam, “oğlum bunu her zaman giyemezsin”, pahalı bir şey satın alsam “oğlum, sen delirdin mi, bu kadar para?”, yataktan geç kalsam, ”oğlum herkes işinde gücünde”, yemeği beğenmesem, “oğlum, bunu bulamayanları da düşün”, ders çalışmazsam “oğlum, ne zorluklarla okutuyorum seni!..” her bir söz, kurumuş çiçeklerin çığlığı gibi, damla damla doldurmuş bizi, çiçeğin suyu gözyaşlarımız. Bu yüzden benim posta pullarımda annemin büstü vardır. Veciz sözleri de hep nedense tutumlulukla, tasarrufla ilgilidir...

İnsan düşünüyor da, her ayın son on günü para yetişmiyor, makarnaya talim ediyoruz, annemiz o mütevazı bütçeyle bizlere iki gün üst üste aynı yemeği yedirmedi. Evde para olmasa da bilirdik ki, annemiz bulup buluştururdu. İncecik bir tığ oyasıyla ruhumuzu, hayatımızı işledi, patikler dokudu, sıskacık çocuğu doktora koşturdu, söylediği her söze, dokunduğu her eşyaya en derin ıstıraplardan süzülmüş saf, parlak, sütten, şekerden, kaymaktan, ay ışıkları yerleştirdi, ne bitiyor, ne sönüyor, ne unutuluyor. Göklerin altında anneden daha büyük ibadet var mıdır? Bütün anneler melekti tüylerini bize bırakıp gittiler. O tüyleri biraz da biz yolduk, çekiştirdik, ele avuca sığmaz bir küçük kertenkele gibi başının etini yedik! Ah, annelerin atkıları! En uzak denizlerin yelken bezleri gibi! Ah, annelerin yorgun omuzlarında atkıları! Ne derin yaralar gizler! Ah, annelerin aynaları! Altmışında bulutlara benzer yoluk başının görüntüsünde, yirmili yaşların akan su gibi dalgalı saçlarını görür, upuzun. uzanır, upuzun, “anne yine daldın?” dersin!.. Hiç üzülmem, nasıl olsa bir iz kalmıştır avuçlarında, nasıl olsa gök yine mavi ve her yandan çepeçevre yine annemin sesi gelmekte!

Dün gibi hatırlıyorum, on-on bir yaşlarındayım, bir manto diktirmişti. Ben, on yedi yaşlarına geldiğimde, mantoyu ters yüz ettirmişti. Bir zaman sonra da iyice eskiyen mantoyu kesip bir parçasıyla, yastık, kırlent, bir parçasıyla ev içerisinde giyilecek etek yapıvermişti. Manto eve girdikten tam yirmi beş sene sonra nihayet bir zaman sonra “tahta bezi” oluvermişti. Birkaç yıl önce, karlı bir kış günü, kıskıvrak yakalandım, soğuğa ve yalnızlığa. Tam eve gireceğim, kapıda karşıladı beni. Kapıya ‘paspas’ olmuş bizim manto. Otuz küsur yılın üstüne nihayet manto dışarı çıkabilmişti. Ödüm koptu, aldım paspası içeri.

Bir çaput bezi, bir paspasta da annemin rüzgârda dalgalanan büyük bir posteri vardı, neler yazmıyordu ki üstünde! Sanki çok para kazanıyor, eve getiriyormuş gibi, bir de hesap sorardım. Manavda domateslerin bulunduğu kasanın önünde ezilmişler için de bir kasa vardı, gururuma yediremedim, anneme diklendim, sen karışma oğlum, ben onları yemeğe katarım, salçasını yaparım. Bu kıt kanaatlik biraz da mütevazı bütçenin zorladığı bir tutum, ancak, annemin bu kıt kanaatlikten oldukça keyif çıkarttığını da söylemeliyim. Şu Ofli hoca fıkrası...

Ofli hoca namazı kıldırıp pazaryerinde şöyle bir tur atarmış. Bir defasında kuru, yaşlı, yoksul bir ihtiyar görmüş. Orta yere atılmış ezik, çürük üzüm tanelerini mendiline toplayıp, pazarın dışına çıkıp, bir güzel afiyetle yemiş. Sonra da ellerini kaldırıp, “Allah’ım çok şükür, çok şükür” diye dua etmeye başlamış. İhtiyarın şükürlü duasını gören Ofli hoca, ihtiyarın kafasına vurup, “senin ha bu beynine sıçayım, sen ne şükrediysin, o sana şükretsin, bulmuş senin gibi kanaatkâr kulu, daha ne arayi?”

Anne sevgisi doğanın en sıcak, en doğal, koruyucu, güven verici sevgisidir. Dünyada ağırlığı olmayan tek sevgidir anne, dünyada eksikliği en çok duyulan duygudur. Hayvanlar elemine bir bakın, yırtıcı, vahşi hayvanların en belirgin özelliği ailesinden uzaklaşmış olmalarıdır. Ailesiyle yaşayan kuşlar, maymunlar vs. ekmek elden, su gölden, sıcacık, hımbıl, mutlu bir hayat yaşar. Ailenin annenin koruyuculuğu öylesine rahatlık veriri ki, kendini tehlikeli risklere, tehditlerin içine atmaz.

Annem hayattayken, ne tembel, ne aptal bir çocuktum, nasılsa annem bulup buluştururdu, Nasılsa bir çaresini mutlak bulurdu, girdiğim imtihanlarda bile, onun sabaha kadar okuduğu dualara güvenirdim. Annem öldüğünde gördüm ki yapayalnız ve tek başınayım, gerçekte hiçbir şey bilmiyor, elimden hiçbir şey gelmiyor, kendini beğenmiş bir mongol gibi büyümüşüm. Şefkatin, koruyuculuğun güveni içinde tiril tiril gömlekler giyip, saçlarımı ortadan ayırıp mışıl mışıl sokaklarda gezmişim.

Ne öğrendiysem, annemden sonra öğrendim, eksiklik, yalnızlık duygusu öğretti, insan annesini dahi öldükten sonra tanıyor, keşfediyor. Bu eksiklik, yalnızlık duygusu, tek başınalık... Tek başınasın, ne yapacaksan, tek başına yapacaksın…

Nihat Genç
Köpekleşmenin Tarihi
(Kısaltılmış, başlık değiştirilmiştir.)