Ana içeriğe atla

Gamlı Felsefe - Mücevher Dikinesoy


Yine aylar geçmiş Okunacak Nesne çıkmamış. Arkadaşlar “kapandınız mı” diye soruyorlar. “Yok” diyorum, “bizim açılmak kapanmak gibi bir derdimiz yok”. Nesne’yi okunabilir duruma getiren arkadaşımız sağlığı yerinde olduğu sürece yazarımızı bulur, yazıları toplar çıkarız. Çevremdekiler, dilimden kurtulmak için, eksik olmasınlar okuyorlar ama yeter mi? Naci’nin bir sözü var: “Marifet iltifata tâbidir, müşterisiz meta zâyidir.” Biz de burada bir dergicik hazırlıyorsak okunsun diyedir. Sizin anlayacağınız sevgili gözbebeğim bir avuç okuyucum, bizim için yazarsızlık değil okursuzluk dert. Dergi hazırlayabilen bir arkadaşımız var ama ne yazık ki pazarlamada mahir kimsemiz yok. Kendi kendime sorup duruyorum, yoksa okuma eyleminin çağı geçti mi?

Yazıya başlamamdan iki gün önce, kendisiyle tanışıklığımız Sert Ünsüz’ün yaşı kadar olan, sevgili editörümüz Eflatun’a “artık şu nesneyi çıkaralım” dedim. Temasını bile unutmuşum, “aşk” olduğunu hatırlattı. Temayı hatırlayınca kalem oynatmakta neden isteksiz olduğumu da hatırladım. Aşkzede, dönüp dolaşıp yara aldığı noktaya gelir. Bir dönem aşktan başka şey konuşmaz ve yazmazdım. Deri değiştirir gibi o benliğimi bir kenara bıraktım ve inanır mısınız, inanılmaz rahatladım. Sokaklarda, yağmur altında saçaklarda, merdiven altlarında, duraklarda, parklarda, bahçelerde öpüşenleri, sevişenleri görmedikten sonra aşkın canı cehenneme. Öyle ya! Özgürce yaşanmadıktan sonra çene çalsak, kalem oynatsak ne olacak? Yüz şarkıdan doksan dokuzu aşk üzerine yazılır ama gel gör ki sevgisizlikten kuruyup bitmek üzereyiz. Kara aynalarda dikelmiş silahların biri girer biri çıkar, yağmur gibi kurşun yağar ama öpüşmek yasaktır. Otobüste metroda sarılanları gören bir takım takımsızlar dehşete düşeyazarlar. “Aile var”mış efendim! Ailenin aile olabilmesi için yapılması gereken eylem ne a dostlar? Sevelim, sevilelim, sevişelim isterim elbet. Utanmadan, çekinmeden, gizlenmeden. Meydanlarda çiftleşelim demiyorum tabi ama özgürce yaşamadıktan sonra adı var kendisi yok aşktan ne diye söz edecekmişim? Hem anladığınız üzere yeterince çekmişim zaten, yazamam aşkın ıstırabını. Eflatun’a konuyu değiştirmeyi önerdim. Diretmeden kabul etti, nasıl olsa konuyla ilgili hiç yazı gönderilmemişti. Ne önerdiğimi sormasıyla hin planımın tıkır tıkır işlemekte olduğuna sevindim. Evet hin plan ya ne sandınız? Laf olsun diye göz bile kırpmam. “Felsefe olsun” deyince yüzü asıldı. “Bu ara felsefeye karşı hevesim kırık biliyorsun. Ama bu temayla ilgili yazarım diyorsan olsun. Ben yazmam.” Ben de “senin yazmadığın Sert Ünsüz olabilir mi” diye sordum. Aslına bakarsanız istediğim tam da buydu. Onun olmadığı bir Nesne’ye başyazı yazmak, onun açmakta isteksiz olduğu konuyu açmak ve kendi açımdan sonsuza kadar kapatmak istiyordum. Yazdıklarımda zamansal sıçramalar, atlamalar olursa kusuruma bakmazsınız umarım.

Konuyu yeniden açmasına gerek yoktu. Anlıyordum, kalbi kırılmıştı, hem de çok kötü kırılmıştı. Sonunun iyi bitmemesi onu hiç kuşkusuz hepimizden daha çok üzmüştür. Bense o üzüldü diye üzülmedim, kızdım. “Ben ne yazarsam yayınlayacak mısın” diye sordum. Bana mı öyle geldi bilinmez, yüzündeki birkaç kıvrımda onsuz duruma kolay alıştığıma dair bir alınma gördüm. “Yayınlarım tabi. Sen ne yazdın da olmaz dedim?” Bu konunun, yani biraz sonra söz edeceğim konunun kafasını uzun süre meşgul ettiğini tahmin ediyordum. Hınzırca, bile isteye yarasına tuz basmıştım. Tabi ektiğim rüzgarın fırtınaya dönüşme riskini de göze alıyordum. Eflatun’un felsefe konusunda neden hevesi kırıktı? En başından beri bu olayın tanığı olduğumdan ben biliyorum da sizin için soruyorum. Yalnızca tanığı da değilim, aynı zamanda mağduruyum. Sorun, bir kitaptı. Üzerinde Eflatun’un sonsuz emeğinin olduğu bir kitap. Pek az yaşayıp yayından kaldırılan bu kitabın adını anmaya gereksiz buluyorum. Böylece nefret ettiğim başka isimleri de anmamış oluyorum.

Yaklaşık üç yıl önceydi. O sıralarda Eflatun’un bahanesi olmuştu. Dışarı çıkalım, yürüyelim, biraz hava alalım. “Yok, işim var, çalışıyorum.” Ne çalışıyordu? Birkaç arkadaş, yazın, masa etrafına toplanmışlar, kendilerine felsefe konusunda seminer veren bir adamı dinlemişlerdi. Eflatun, diğerleri gibi dinlemekle yetinmemiş, oturumları kaydetmişti. İşte o sıralarda, konuşmaları yazıya dönüştürmekle meşguldü. Zor bir iştir. Bir saatlik konuşmanın bilgisayarda metne dönüştürülmesi en azından üç-dört saat alır. Yaklaşık elli saatlik konuşmanın ne kadar sürdüğünü varın hesaplayın. Daha önce yaptığı gibi bir elektronik kitaba dönüşebilirdi bu notlar. Ama konu felsefeydi. Yalnızca aktarmakla yetinmeye niyeti yoktu. Toplantılarda söylenenlerin teker teker sağlamasını yapmaya girişti. Bunun için sayısız kitabı gözden geçirmesi gerekti. Konuşmalar sırasında söylenen en küçük bilgi kırıntısının doğru mu yanlış mı olduğunu gözden geçirmek için kitapların birinden giriyor ötekinden çıkıyordu. Yüzüne söyleyemesem de yaptığının delilik olduğundan hiç kuşkum yoktu. O zaman sessizliğimi, yorumsuzluğumu korumayı tercih ettim.

“Elimin altındaki büyük kütüphane, işimi kolaylaştırıyor” diyordu “yoksa bu dipnotları nereden yazacağım”. Araştırdığı kaynaklardan sağlama yapmakla da yetinmemişti. Gerekli gördüğü yerlere dipnotlar da eklemişti. Bunca zaman, bunca emek, niye? Bu köle ruhlu hali beni çileden çıkardığı gibi inanılmaz bir güven de veriyor. Böylesine meşakkatli bir işe hiçbir beklenti taşımadan girişmek için ya deli ya köle kafalı ya da ikisinin bir karışımı olmak gerekmez mi? Aylarca göz nuru döktü, kafasından ne geçiyordu neye inanıyordu hiç anlamadım. Tamam felsefeyi anlamaya başlamıştı ama benim kafam anlattıklarına hiç basmıyordu. O kavramları ezberlemek zor geliyordu ne yalan söyleyeyim. Öğrendiklerini bana da anlatmaya çalıştı ama ben pek tat alamadım.

Neden bu kadar sustuğumu bilmiyorum. Neden ona “romanınla uğraş, şu yaptığınla ancak verdiğinle kalacaksın” diyemedim? İnatçılığını, vazgeçmeyeceğini bildiğimdem galiba. Gel kafede bir kahve içelim. “Yok, şu felsefeyi bitirmem gerek.” Yere batasıca felsefe, aramıza duvar oluverdi. Dokunmayayım dedim, bitirsin şu bitesice kitabı. Bitirir bitirmez, hazırladıklarını, dilinden düşürmediği, o günlerde İstanbul’da olan “hoca”sına teslim etmeye gitti. Arkasından bakakalmaya fırsat bulamadan Whatsapp’tan “İstanbul’dayım” mesajını aldım. “İyi bok yemişsin gitmekle” demek yerine “hayırlısı (gülücük)” karşılığı verdim. Oysa bu delice uğraşına dair o masada oturanların hiçbirinden, masanın baş laklakçısı da dahil olmak üzere, herhangi bir tepki gelmemişti. Bizimkinin kafasından hiçbir hesap kitap geçmediği o kadar ortadadaydı ki... Köle ruhlu dememin nedeni de bu ya... Yaptığı bir hesap varsa (kızıyorum) hep takıntılı olduğu borç ödemeye dairdir. “Bu kadar okumuş, düşünmüş bir insan, bu nitelikte felsefenin konuşulduğu ortamı bulmak büyük bir şans” diyordu. İşin öteki yönü yok muydu sanki? Burası gibi on belki de yüz ilçede masa kurulsa, Eflatun gibi biri bulabilir miydi? Asıl kendisi bir şans, büyük bir nimet değil mi? Yazdıklarını hocasına teslim etti, gözden geçirmesini bekledi. O pek kıymetli hocası notlara dair hiçbir şey söylemedi, eline bir iki kitap tutuşturup yolladı. Düzeltme, tavsiye boşuna bekledi Eflatun.

Bir yaz geçti, masa kurulmadı, felsefe konuşulmadı. Sert Ünsüz’e yazma derdi vardı. Felsefe benim hiç mi hiç umurumda değildi. Tuttu, notları yeniden gözden geçirmeye başladı. Duyduğumda ağzım en az bir karış açık kaldı. Konuşmaları törpülüyormuş, konuşma dilini fazla yontmadan yazı diline çevirmeye çalışıyormuş. Başvurduğu kitaplar artmıştı. Bazı kaynaklardan aldıklarını metni zenginleştirmek için aralara serpiştirmişti. Kaynakça bile oluşturmuştu. Artık çalışma iyice kitap biçimini almıştı. Bana da mizanpaj işini kitledi. Ne yalan söyleyeyim, uzaktan iki defa gördüğüm ve daha o zaman iyiden iyiye nefret etmeye başladığım o taş suratlı adam için kılımı kıpırdatmak gelmiyordu içimden. Ne çare, hatır baskın geldi. Sesimi çıkarmadım ama içimden “senin duyduğun heyecanı biz de duymak zorunda mıyız” demek geçti. Ben de köle ruhluyum anlaşılan, ne kötü. Kızıyorum, deliriyorum, onca emek çöp oldu. Nasıl çöp olduğuna geleceğim.

Canım okuyanlarım! Ben arkadaşıma torpil mi geçiyorum? Eflatun piyasada yazarım diye caka satan pek çok yazandan daha iyi bir yazardır. Öykülerini önce çevresindekilerin üzerinde dener. Onlara okur, tepkilerine göre nasıl bir yol izleyeceğine karar verir. Üzerinden geçilmesi gerekenler kendi çalışmaları değil miydi? İlgi bekleyen bir sürü yarım iş varken neden bu işe bulaştı anlamadım, anlamıyorum, anlamayacağım. Her fırsatta, farklı yollarla bunu anlatmaya çalıştım. Bu yüzden bir akşam telefonda kötü kavga ettik. Felsefe kitabını kim bilir kaçıncı kez gözden geçirdiğini duyduğumdaydı. Düşündüklerimi açık açık söyledim. Yanlış insana değer veriyorsun dedim. Kendi kitabını hazırlayacağına elin adamına bedava kitap yapıyorsun dedim. O adam, emeğinin maddi değerini görmezden geldiği gibi manevi değerini de görmeyecek dedim. Sonunda bana “fesatlık ediyorsun galiba” dedi. “Sen ne dediğini bilmiyorsun” diyerek telefonu yüzüne kapattım. Bir ay görüşmedik, konuşmadık. Gönlümü alıp özür dilemese belki de ömür boyu konuşmayacaktım. İşte şimdi haklı çıkmanın keyfini çıkarıyorum. O yaraya tuz basılır, böyle düşene tekme atılır...

Yine soruyorum; o değerli zamanını harcayacağın başka işler yok muydu? Senden yeni öyküler dinlemek, uydurdukların için gönüllü denek olmak istiyordum. Ne Hegel ilgilendiriyordu beni ne Cunt ne de isim baban Platon... Kendi çalışmalarına dön istiyordum. Onların da sırası gelecekmiş. Belki konuşmanın gerektiği bir çok yeri kaçırdım ama şimdi “ben demiştim” dememek için kendimi zor tutuyorum. O yüzden şu yazımın noktasına, virgülüne dokunmanı, imlasına bile müdahale etmeni istemedim.

“Yazan olsun, ben dergiyi hazırlarım.”

O gün Eflatun’a “sana bunca zaman şunu şöyle yap demedi mi” diye sordum. Denmediğini biliyordum. Kimse onca zaman kitabı gözden geçirmeyi aklından geçirmedi. İyi kötü tamamlanmış bir kitap, iki seneden çok öylece kenarda durdu. Arada bir “hoca”sının seminer verdiği kimseler Eflatun’la iletişime geçiyorlar, kitabı istiyorlardı. Bizimki de büyük bir memnuniyetle her isteyene e-posta yoluyla kitabı gönderiyordu.

Bu sene bir yayıncı tarafından bir uygulama başlatıldı: Talebe göre kitap. Kitabı bastırmak için herhangi bir ücret talep edilmiyordu. Yeni tip bir baskı sistemi herhalde. Kitap, talebe göre basıldığı için yayınevine ek bir maliyet getirmiyor. Kitabı oluştururken işi biliyorsanız tüm aşamaları kendini halledebiliyorsunuz, bilmiyorsanız ücret karşılığı ajanslardan yardım alabiliyorsunuz. Tüm aşamalardan geçince kitap yayınevinin sitesinde satışa çıkarılıyor.

Cazip görünmüştü. Bu yayınevinin editörleri kitabın çok satıp satmayacağıyla hiç ilgilenmiyorlardı. Ne de olsa satışa çıkan kitabın yayınevine neredeyse hiç maliyeti yoktu. Bunu duymasından çok değil bir iki hafta sonra Eflatun, şiir kitabını yayınlamaya karar verdi. Ben de seve seve dizgi mizanpaj işini üstlendim. Bu işi üstlenmek için benim üstelemem gerekmişti. Talebe göre kitap uygulaması bizim “yer altı yayıncılığı” çalışmalarımızı geri plana düşürdü. Memnundum, ne de olsa kendi işini yapıyordu. Eflatun’un elinden geldiği için hiçbir aşamada ajansa ihtiyaç duymadı. Kapak hazırlandı, şiirler seçildi, kitap dizildi yayıncıya gönderildi. Kitap pek güzeldi ve Eflatun’un heyecanı görülmeye değerdi. Yayıncının sözleşmesi de görülmeye değerdi. Emeğini ve eserini iki yıllığına resmen ipotek ettirmişti. Ama işte öteki yollar masraflıydı ve bol engelle doluydu. Parasız bir yazarın, şairin kitabını eline alması için pek fazla seçeneği olmuyor. Şiir kitabını eline alınca öyle keyiflendi ki hemen öykü kitabını gönderdi. Öykü kitabı da çıkınca neden bu yolla felsefe kitabı da basılmasın, sorusu soruldu. İşte ne olduysa ondan sonra oldu.

Felsefe kitabı basılınca büyük heyecanla koştu o adama bir kopya teslim etti. Hoca dediği adam da durumdan pek hoşnuttu. Kitabın muhteşem olduğunu söylüyordu. Aradan bir-iki hafta geçti. O felsefe toplantılarına katılanlardan biriyle haber gönderdi “hoca”sı. Madem hocaymış neden kendisi sıkıntısını dile getirmemiş, bilemiyorum. Kitabın yazarı belirsizmiş. Kitap, Eflatun’unmuş gibi görünüyormuş. Kapakta sorun yokmuş ama künye sıkıntılıymış. Sözleşmenin yeniden yapılması gerekiyormuş. Tabi bizimki şaşırıp kalmış. İlk şaşkınlığı bunları söylemek için neden elçiye gerek duyduğunaymış. O elçi ki kitap üzerine sohbet edeceklerini söyleyerek Eflatun’u çağırmış. Elçinin yanında iki de tanık varmış, onlar da felsefe toplantılarının katılımcılarıymış. Elçi diye andığım kişiyle Eflatun aracılığıyla tanışmışlığım, el sıkışmışlığım var. Tanışıklığımızın birinci saatinde o şahıstan son derece rahatsız olmuştum. Beni, en az bir yılanın edebileceği kadar tedirgin etmişti. Eflatun’un kafası bu konularda pek çalışmaz, bilirim. Bana sorarsanız elçi, yanına o iki kişiyi şahit olarak çağırmış olmalı. Yarın öbür gün davalık bir durum olursa bizimkinin aleyhine kullanılsınlar. Yine “fesatlık etme” diyeceğinden korktuğumdan dile getirmedim ama düşüncemi buraya yazmadan da edemedim.

Eflatun günlerce kıvrandı durdu. Aklının köşesinden geçmeyenler başına gelmişti. Bizimki başkasının laflarını sahiplenmenin cezasını çekiyordu. Bu kitabın her aşamasından bilgi sahibi olan “hoca”sının, çıkıp bunları dile getirmesi, daha doğrusu dile getirmek için araya adam koyması haksızlıktı ama olan buydu işte. Kusurların hepsi ne hikmetse kitap piyasaya çıktıktan sonra bulunmuştu. Eflatun, hoca dediği adama önsöz yazıp yazmayacağını da sormuştu. Hayır yanıtını almıştı. Pırıl pırıl bir kitap ortaya çıktıktan sonra dillenmeye başlamıştı herkes. İşte asıl fesatlık buydu. Dökülen onca göz nurunun ödülü buydu; günlerce süren üzüntü. Sonuçta kitap, kırkı çıkmadan yayından kaldırıldı.

Oysa kitap ismi için bile oturuma katılan herkese görüşü sorulmuştu. Bekleneceği üzere kimseden öneri gelmemişti. İsmin bulunması, kitabın yayına gönderilmesine yakın kesinleşmişti. Ne isim ama! Her boka benziyor, bir tek duruma benzemiyor. Kapak, kısacık ömürlü kitabın doğduğu zamanı, baharı anlatıyor. Yalnıza birkaç haftalığına açan o çiçekler, üzerinde saçma sapan bir tartışma yaşasak da yerlerini korudular. İyi ki korudular. Şimdi, yayıncının sayfasında “temin edilemez” ibaresiyle, internet evreninde bir hayalete dönüştü. Yazık oldu. Kitaba yazık olmadı. Ben o felsefe kitabını, üzerinde benim emeğim olmasına karşın zerre kadar umursamıyorum. O kitaba harcanan zaman yüzünden yazılmayan, düzeltilmeyen her bir öyküye yazık oldu. Boşa akan emeğe yazık oldu. Çevremde Eflatun kadar yazmaya kafayı takmış başka biri daha yoktur. Niye kendi güzel sözleri dururken, elalemin benim gözümde beş para etmeyen laflarına saatlerini, günlerini, haftalarını, aylarını harcadı? Şimdi “aptallığıma kızıyorum” diyor, aynı fikirdeyiz.

Dersini aldığını sanıyorum arkadaşım! Bunları yazmak için temanın felsefe olmasını istedim Eflatun bey. Fesatlık etmediğimi bu kadar acı bir dersle anlamandan memnun falan değilim. Yine de tadını çıkarmaktan da geri duramıyorum. Başkaları yazıyor altına imzanı atıyorsun, bunun da atarsın nasıl olsa. Senin ne işin olur tüccar kafalı inşaatçılarla. Ağzında felsefe olsa da gözünde para yanar kimilerinin. Sen hoca dersin o seni beleş hizmetçi sanır. Sanmaz da öylesi işine gelir. Ah saf ve serseri arkadaşım! Adını her ne kadar Platon’dan almış olsan da sen Diyojen’in torunusun. Boş gezeceğine yine bedava çalış ama en azından tırnağının ucu kadar değecek insanlar için olsun.

Adam, kitabın basımından aylar önce Eflatun’u aramıştı. Kitabı bastıracağını söylemiş, notların son halini istemişti. Bizimki de ayakları kıçına vura vura koşturmuş, notları “hoca”sına ulaştırmıştı. Böyle birini maddi çıkar gözetmekle suçlamak için zalim olmak gerekmez mi? Tabi “hoca”sı kitabı basamadı. Zaten o girişim sonuçsuz kaldığı için bizimki kendi olanaklarıyla bu çalışmanın kitaplaşmasını sağlamıştı ya.

“Aklıma gelmeyen başıma geldi. Araya girmemesi gerekenler girdi, o burunlar bu meselede bulunmamalıydı. ‘Eflatun bu olmamış’ demesi yeterliydi.” Adamın kendi aralarında kolaylıkla halledebilecekleri bir meselede böyle davranması Eflatun’u büsbütün üzmüş, kırmış. Bizimki aralarında herhangi bir iletişimsizlik, güven eksikliği olduğu hiç düşünmüyordu anlaşılan. Sonuçta her şey ortada ve açıktı. Eflatun bu adamı hocası olarak görüyordu da adam Eflatun’u ne olarak görüyordu bilemiyorum. Aç mısın tok musun diye sormuşluğu oldu mu? Hayır. Eflatun “benim kazandıklarım” deyip duruyordu, beklentiden o kadar uzaktı. O kadar şey öğrenmişmiş, felsefeyi kavramışmış, bunlar az şey miymiş. O pek sevgili “hoca” bedavadan kitap hazırlatmaktan zerre kadar rahatsızlık duydu mu? Hayır. “Benim kitabım” derken harcanan onca emeğin karşılığını vermeyi bir an olsun düşündü mü? Dile getirdi mi? Hayır. Bizimkinin eline birkaç kitap sıkıştırmaktan başka ne yaptı? Hiç. Sonuç: Benim saf arkadaşım sinsice kullanıldı.

Sert Ünsüz’ü dert kuyusuna çevirmek alışkanlık haline gelmesin. İçimi döküp konuyu kapatayım istiyorum. Bana “fesatlık ediyorsun” diyen arkadaşıma sormak istiyorum. Bunlar hep fesat düşünceler değil mi? Gurur duyulacağını sanırken neredeyse bir hırsız durumuna düşmek ne acı bir ders! Artık o adamın adını da sıfatını da ağzına almıyorsun ama ne fayda! Kitaplığından bir torba kitabı ayıklayıp bir aracıyla adama ulaştırdın, iyi ettin. Öyle bir şahsın bu kadar kitaba kıyıp nasıl hediye ettiğine bile şaşıyorum ya... Altı yedi yıllık tanışıklığın birikimi. Bence az bile. Üstelik maddi karşılık olarak harcadığın emeğin onda biri bile etmezler.

Aramızda şöyle bir konuşma geçmişti Eflatun’la:

“Artık ondan kibrit çöpü bile istemiyorum.”

“Kafandakileri de torbaya doldurup kapısına bırakabilecek misin? Hani çok şey öğrenmiştin ondan!”

“İlkokul öğretmenimiz bizi, parmak kadar çocukları dev elleriyle tokatlardı. Öldü gitti adamcağız ama ona karşı nefretimi tüketemedim. Bu, okuma yazmayı, dört işlemi unutmamı gerektirir mi?”

“Ondan öğrendiğin sözcükler de vardır. Onları kullanacak mısın?”

“Niye kullanmayacakmışım, sözcükler babasının malı mı?”

Düşünceler de babasının malı değil ama birileri, inciciklerinin çil çil altın edeceğine inandırmış kendini. Olmaz olsun böyle gamlı felsefe. İki insanın karşılaşmasının bu meyvesi, dalında çürüdü gitti. Çevresine dağıtmak için aldığı bir deste felsefe kitap vardı. Bizimki, satılan kitap kadar kitabı kendi satın almıştı. Onları bile kitaplığından atmış. Çöp gibi sahibinin kapısına bırakmış kitapları. Kendi emeğinin ürünü kitabın tek nüshası bile artık elinde yokmuş. Aman ne büyük intikam! O kitabın kapağındaki inceliklere bakmakla bile kızgınlığım boğazıma geliyor. Kendi emeğimi düşünüyorum, hatır için yediğim çiğ tavuğu tükürebildiğime seviniyorum. Eşeklikte üstüne olmayan arkadaşımın sırtından bu yükü attığına gizliden seviniyorum. Eli kalem de tutuyor, klavye de mouse da... Umarım bundan sonra başka gevezeleri göklere çıkarmaz. Böylelerine zerrece ihtiyacı olmadığını anlar.

Yayıncılara da kızmıştı: “Adamlara ulaşmak bir dert. Yalnızca bir internet adresleri var, kullanıcı adınla giriyorsun, iletişime mesaj bırakıyorsun. O mesajı editörler görüyor, sana mail yoluyla yanıt veriyorlar. Defalarca yırtındım. Derdimi anlatabileceğim bir kişi, bir isim, telefon, posta adresi yok mu. Adını bile bilmediğim bir editör bana yanıt veriyor. Ben bunların yazarı mıyım müşterisi mi?”

Zorla, ite kaka sonuca bağlıyor konuyu Eflatun. Kitap için alınmış bandrollere göre bir hesap çıkarıyorlar. Kitap için göz nuru dök, umursanma, önemsenme buna rağmen kitabı sayısız kereler yeniden gözden geçir, binbir hevesle kapak tasarla, programdan programa geç, uğraş dur, işin sonunda da aşağılan, suçlan. Bununla bitmiyor ders, bir de yayınevine ceza öde. Yok canıyla bu cezayı ödeyen Eflatun’a o pek değerli hocasından bir destek geldi mi? Ne gezer! Hoca dediği adam bizimkini çağırmış, “ben hiçbir bok değilim” anlamına gelen, imzalaması için bir kağıt uzatmış. Kağıtta kitabın yanlışlıkla basıldığını, kitap üzerinde hiçbir hakkı bulunmadığını beyan ediyormuş.

“O iki sayfalık saçmalığı okuyunca yalnızca bir editör olduğumu öğrendim. Bir editörsem bunun maddi bir karşılığı olması gerektiğini düşündüm. O yüzden ‘bunun için bana ücret ödeyecek misiniz’ diye sordum. ‘Niye vereyim? Sen bana verdin mi?’ yanıtını aldım.”

Eflatun bana bunu anlatınca dudaklarımı ısırdım. Bıraksaydım dudaklarımı, ağzım yine bir karış açık kalacaktı. Bu çok zalimce. Bu, kibrinden dünyası kapkara olmuş bir insanın söyleyebileceği bir söz. O “pek değerli”, “yere göğe sığmaz” lafları daha çok insan bilsin diye yırtınan birine bunu söylemek... Nasıl bir ad vermeli? Konuşmamı geciktirmek, mümkünse ağzımı hiç açmamak istiyordum. Sonrasında Eflatun’un ağzından o kahredici soruya nedense “verebilirim” yanıtı çıkmış. Daha ne verecekse!

“‘Kitabı yayınlayacağım demedim’ sözünden sonra’ kalktım. ‘Bir an önce bitsin şu iş’ diyerek kalemimi çıkardım. Benim adıma yazılmış beyanıma iki de şahit getirdi. Onlar da imzaladı.”

Yok artık. Yazık! Utanç verici! Dudaklarımı kanatırcasına ısırmayayım da ne yapayım? Kimsenin metelik vermediği laflara değer veren kişiye söylenecek sözler, yapılacak şeyler mi bunlar? Ayıp ayıp!

“Benim yanlışım bu işe burnumu sokmak. Pişmanlığımsa o şahsa inanmak.”

Nedamet getirerek bu işten yakanı kurtarabileceğini sanma arkadaş. Böyle boş işler peşinde koşanları, kıymet bilmez insanlar için uğraşanları görünce üzülüyorum. Elime sopa alamayışıma, kimseyi yola getiremeyişime de canım sıkılıyor. Şu hikayenin bir eşi daha yok, yazmasaydım çatlardım. Bu adam bunca zaman konuşmuş, yazmamış veya yazamamış olması sana tuhaf gelmiyor mu arkadaş? Kendisi bile senin kadar değer vermemiş sözlerine ki yazıya dökmemiş. Bu durumda sana ne oluyor? O kadar biliyordu da neden kendisi bir kitap çıkaramadı? Çevresine topladığı felsefenin f’sini bilmeyen insanlara konuşmakla yetinmeseymiş de meydana çıkıp kendini gösterseymiş. Bunca zaman niye beklemiş? Laflarına o kadar güveniyordu madem, tezlerini derleyip niye akademisyenlerin gözüne gözüne sokmadı bu güne kadar? Yazılmış tek kitabı olmayan birinin, kendine künyede yer beğenememesine hiç mi hiç anlam veremiyorum. Sen notları derlemişsin, yazıcıdan çıkarmışsın, poşete koyup beyefendiye ulaştırmışsın. Alsın, gözden geçirsin, eklenecek varsa eklesin, çıkarılacak varsa çıkarsın diye sahibinin eline neredeyse zorla o bir tomar a5’ı tutuşturmuşsun. Karşılığında deliye gazoz kapağı verir gibi eline dört beş satın kitap tutuşturulmuş ödül olarak. Belli ki üvey evlat gibi bir köşeye atılmış o notlar. Tersi bir yaklaşımı oldu da ben mi duymadım? Sana elçiyle kitapla ilgili rahatsızlığını bildirmeyi bilen o beyefendi, emeğine karşılık sana destek olmak için bu yöntemi neden kullanmamış? Böyle bir şey aklının köşesinden bile geçmemiş. “Bunlarla uğraştığına göre Eflatun arkadaşımız işsiz güçüz. Ben öğremcime şunca emeğinin karşılığı olarak destek çıkayım. Onu kırmadan bunu nasıl çözeriz? Bizim falancaya söylesem, aracılık eder mi, yardımcı olur mu?” dememiş, diyememiş. Ne yapmış? İnternette mesajlaşırken bile başkasının cümlesini tırnak işaretsiz bırakmayan bizim Eflatun’u, düşüncelerine el koymakla, maddi çıkar elde etmekle suçlamış. Sanki gevezelikleri milyarlar edecek, milyonlarca insan tarafından umursanacakmış gibi. Gevezeliklerini dinleyen dört-beş kişiyi bulduğuna şükreden birine, tutup karşılıksız “üzüm buğusu” gibi kitap hazırlamak elbette ki cezasız kalmamalıydı. Kalmadı.

Şu coğrafyada felsefe yapılmıyorsa fesatlıktan yapılmıyor bilesiniz pek değerli okurlarım. Fesatlıkla suçlansam da fesatlığı çok erken gördüğüm için kendimi kutluyorum. Olan oldu nasılsa. O yüzden şunu da söylemeliyim. Değer bilmek yerine üzmeyi tercih edenlere rağmen iyi ki Eflatun bu işe burnunu sokmuş. Yayın hayatı kısa süren, “satış dışı” ibareli sarmaşık güllerine selam gönderiyorum. Yazılan evrene yazılır, söylenen evrene.... Kitapsız filozoflara hamallık eden arkadaşıma selam gönderiyorum. Onsuz bir Sert Ünsüz’ün de pek ala düşünülebileceğini görmüştür. Bizim nesnenin mutfağında hayati bir yeri var. Yazmasa başımızın çaresine bakarız ama mutfak işlerinden pek anlamayız, orada çuvallayabiliriz. Sizi birazcık şahsi konularımla yorduysam kusuruma bakmayın canım okuyanlarım. Size de selam gönderiyorum.

Arkadaşımı üzenlere selam göndermiyorum. Adlarını anmam. Değersizlikleriyle ve değer bilmezlikleriyle unutulup yok olsunlar.