Ekonomi'k

"Reklamcı iken benzerlerinden daha kötü kaliteli ürünler için bulduğu harika sloganları düşündü. Kusmak istiyordu. Çünkü bu tip ürünlerin ne kadar şahane olduğuna ancak buna inanmaya teşne ve mahkûm olanlar yani yoksullar inanıyordu. Bazen de tam tersi strateji kullanılır, berbat kalitede bir ürüne yüksek fiyat konur, öyle her önüne gelen babayiğidin onu alamayacağı teması işlenir, bu ürünleri de yine dişinden tırnağından artıran orta sınıf garibanlar ters gaza gelerek alırdı. İyi kaliteli ürün kullanmaya alışkın kesime bunları öldür Allah satamazdınız, bunlar bir bakışta, bir dokunuşta neyin ne olduğunu anlar, gülüp geçer, ucuzu ucuz pahalıyı pahalı alırlardı. Bilgileri ve bilgilerinden doğan güçleri vardı. Böyle bakınca ayrıcalıklı sınıf görece olarak değil mutlak olarak daha ucuz ve daha kaliteli yaşıyordu."

Y. Hakan Erdem, Kitab-ı Duvduvani

Prens ve Büyücü

Bir zamanlar üç şeyin haricinde her şeye inanan genç bir prens varmış. Bu prens prenseslere, adalara ve Tanrıya inanmazmış. Böyle şeylerin var olmadığını ona babası, kral söylemiş. Babasının ülkesinde hiçbir prenses ya da ada bulunmadığından ve Tanrının varlığına dair hiçbir işaret olmadığından genç prens de babasına inanırmış.

Sonra, günlerden bir gün prens saraydan kaçmış. Yolu komşu diyara düşmüş. Burada, her bir kıyıdan bakıldığında başka başka adaların olduğunu ve yine bu adalarda, ne olduğunu anlayamadığı, tuhaf ve rahatsız edici yaratıkların yaşadığını görüp hayrete düşmüş. Tam bir tekne aranırken, üzerinde yerlere kadar uzanan elbisesiyle bir adam kıyı boyunca ilerleyerek yanına yaklaşmış.

“Şu adalar gerçek mi?” diye sormuş genç prens.

“Tabii ki gerçek o adalar,” demiş uzun elbiseli adam.

“Peki ya şu tuhaf ve rahatsız edici yaratıklar?”

“Hepsi de gerçek birer prenses onların.”

“Öyleyse Tanrı da var olmalı!” diye bağırmış genç prens.

Uzun elbiseli adam başını hafifçe öne eğerek, “Tanrı benim,” diye karşılık vermiş.

Genç prens bunu duyar duymaz sarayına dönmüş.

“Döndün demek,” demiş kral babası.

“Adalar, prensesler gördüm ve Tanrıyı gördüm,” demiş prens sitemkâr.

Kral hiç istifini bozmamış.

“Gerçek ada, gerçek prenses ya da gerçek Tanrı diye bir şey yoktur.”

“Ama gördüm onları!”

“Söyle bakalım, Tanrının üzerinde ne vardı?”

“Upuzun bir elbise vardı”

“Elbisesinin kolları kıvrık mıydı peki?”

Kollarının kıvrık olduğunu hatırlamış prens. Kral gülümsemiş.

“Bu bir büyücü kıyafetidir. Kandırmış seni.”

Prens bunun üzerine komşu diyara dönerek aynı kıyıya varmış ve karşısında yine o uzun elbiseli adamı bulmuş.

Genç prens, “Kral babam senin kim olduğunu söyledi bana,” demiş öfkeyle. “Geçen sefer kandırdın beni, ama bu defa kandıramayacaksın. Onların gerçek birer ada ve prenses olmadığını biliyorum artık, çünkü sen bir büyücüsün.”

Kıyıdaki adam gülümsemiş.

“Esas kandırılan sensin, evlat. Babanın krallığında da pek çok ada ve prenses var. Ama baban öyle bir büyü yapmış ki sana, hiçbirini göremiyorsun.”

Prens düşünceli düşünceli krallığına dönmüş gene. Babasını bulup, gözlerinin içine bakmış.

”Baba, gerçek bir kral değil de yalnızca bir büyücü olduğun doğru mu?”

Kral gülümseyip elbisesinin kollarını kıvırmış.

“Evet oğlum, yalnızca bir büyücüyüm ben.”

“Öyleyse kıyıdaki o adam da Tanrıydı.”

“Kıyıdaki adam da başka bir büyücüydü.”

“Asıl gerçeği öğrenmem gerek, sihrin ötesindeki gerçeği yani.”

“Sihrin ötesinde bir gerçek yoktur,” demiş kral.

Prens çok üzülmüş. “Öldüreceğim kendimi,” demiş.

Kral bir sihir yaparak ölümü çağırmış. Ölüm kapıda dikilip, prense yanma gelmesini işaret etmiş. Prens ürpermiş. Güzel olup gerçek olmayan adaları ve gerçek olmayıp güzel olan prensesleri düşünmüş.

“Neyse,” demiş. “Dayanabilirim herhalde.”

“Bak gördün mü oğlum,” demiş kral, “sen de bir büyücü oluyorsun artık.”

John Fowles
Büyücü
Çev: Meram Arvas
Ayrıntı Yayınları 2013
s.554-556

Anneler Ölmez

Konuk Yazar: Nihat Genç

Vefat edeli on altı yıl oluyor ama ne zaman mutfağa, banyoya, oturma odasına girsem, bu büyük hayali posterleri yüzüme çarpar. Mutfaktaki posterinin üstünde, “oğlum domates bu bıçakla kesilmez, oğlum ekmeği açıkta bırakma, oğlum peyniri kurutacaksın” benzeri binlerce söz dolu. On yıllar geçse de, on tane ev değiştirsem de, mutfaklar aynı mutfaktır, oturma odaları aynı, anneler nasıl kurmuşsa öyle yaşarlar! Sadece banyodaki posterlerin üstüne yazılanlardan bir büyük kitap yazılabilir, “oğlum şampuanı avuç avuç kullanma, birazcık yeter, oğlum banyo terliğiyle dışarı çıkma” ve niceleri ömrümüz oldukça büyük bir tiyatro sahnesinde her gün sahneye konur, istemesek de o repliklerle kurulu bir hayatı yaşarız! Ayakkabımı bağlarken, ekmeği dilimlerken, hep onun tembih ettiği gibi... Ne zaman eve girerken ayakkabılarla halının ucuna bassam, sanki bir ses, annemin sesi oracıkta azarlar durur beni! İnce bir şey satın alsam, “oğlum bunu her zaman giyemezsin”, pahalı bir şey satın alsam “oğlum, sen delirdin mi, bu kadar para?”, yataktan geç kalsam, ”oğlum herkes işinde gücünde”, yemeği beğenmesem, “oğlum, bunu bulamayanları da düşün”, ders çalışmazsam “oğlum, ne zorluklarla okutuyorum seni!..” her bir söz, kurumuş çiçeklerin çığlığı gibi, damla damla doldurmuş bizi, çiçeğin suyu gözyaşlarımız. Bu yüzden benim posta pullarımda annemin büstü vardır. Veciz sözleri de hep nedense tutumlulukla, tasarrufla ilgilidir...

İnsan düşünüyor da, her ayın son on günü para yetişmiyor, makarnaya talim ediyoruz, annemiz o mütevazı bütçeyle bizlere iki gün üst üste aynı yemeği yedirmedi. Evde para olmasa da bilirdik ki, annemiz bulup buluştururdu. İncecik bir tığ oyasıyla ruhumuzu, hayatımızı işledi, patikler dokudu, sıskacık çocuğu doktora koşturdu, söylediği her söze, dokunduğu her eşyaya en derin ıstıraplardan süzülmüş saf, parlak, sütten, şekerden, kaymaktan, ay ışıkları yerleştirdi, ne bitiyor, ne sönüyor, ne unutuluyor. Göklerin altında anneden daha büyük ibadet var mıdır? Bütün anneler melekti tüylerini bize bırakıp gittiler. O tüyleri biraz da biz yolduk, çekiştirdik, ele avuca sığmaz bir küçük kertenkele gibi başının etini yedik! Ah, annelerin atkıları! En uzak denizlerin yelken bezleri gibi! Ah, annelerin yorgun omuzlarında atkıları! Ne derin yaralar gizler! Ah, annelerin aynaları! Altmışında bulutlara benzer yoluk başının görüntüsünde, yirmili yaşların akan su gibi dalgalı saçlarını görür, upuzun. uzanır, upuzun, “anne yine daldın?” dersin!.. Hiç üzülmem, nasıl olsa bir iz kalmıştır avuçlarında, nasıl olsa gök yine mavi ve her yandan çepeçevre yine annemin sesi gelmekte!

Dün gibi hatırlıyorum, on-on bir yaşlarındayım, bir manto diktirmişti. Ben, on yedi yaşlarına geldiğimde, mantoyu ters yüz ettirmişti. Bir zaman sonra da iyice eskiyen mantoyu kesip bir parçasıyla, yastık, kırlent, bir parçasıyla ev içerisinde giyilecek etek yapıvermişti. Manto eve girdikten tam yirmi beş sene sonra nihayet bir zaman sonra “tahta bezi” oluvermişti. Birkaç yıl önce, karlı bir kış günü, kıskıvrak yakalandım, soğuğa ve yalnızlığa. Tam eve gireceğim, kapıda karşıladı beni. Kapıya ‘paspas’ olmuş bizim manto. Otuz küsur yılın üstüne nihayet manto dışarı çıkabilmişti. Ödüm koptu, aldım paspası içeri.

Bir çaput bezi, bir paspasta da annemin rüzgârda dalgalanan büyük bir posteri vardı, neler yazmıyordu ki üstünde! Sanki çok para kazanıyor, eve getiriyormuş gibi, bir de hesap sorardım. Manavda domateslerin bulunduğu kasanın önünde ezilmişler için de bir kasa vardı, gururuma yediremedim, anneme diklendim, sen karışma oğlum, ben onları yemeğe katarım, salçasını yaparım. Bu kıt kanaatlik biraz da mütevazı bütçenin zorladığı bir tutum, ancak, annemin bu kıt kanaatlikten oldukça keyif çıkarttığını da söylemeliyim. Şu Ofli hoca fıkrası...

Ofli hoca namazı kıldırıp pazaryerinde şöyle bir tur atarmış. Bir defasında kuru, yaşlı, yoksul bir ihtiyar görmüş. Orta yere atılmış ezik, çürük üzüm tanelerini mendiline toplayıp, pazarın dışına çıkıp, bir güzel afiyetle yemiş. Sonra da ellerini kaldırıp, “Allah’ım çok şükür, çok şükür” diye dua etmeye başlamış. İhtiyarın şükürlü duasını gören Ofli hoca, ihtiyarın kafasına vurup, “senin ha bu beynine sıçayım, sen ne şükrediysin, o sana şükretsin, bulmuş senin gibi kanaatkâr kulu, daha ne arayi?”

Anne sevgisi doğanın en sıcak, en doğal, koruyucu, güven verici sevgisidir. Dünyada ağırlığı olmayan tek sevgidir anne, dünyada eksikliği en çok duyulan duygudur. Hayvanlar elemine bir bakın, yırtıcı, vahşi hayvanların en belirgin özelliği ailesinden uzaklaşmış olmalarıdır. Ailesiyle yaşayan kuşlar, maymunlar vs. ekmek elden, su gölden, sıcacık, hımbıl, mutlu bir hayat yaşar. Ailenin annenin koruyuculuğu öylesine rahatlık veriri ki, kendini tehlikeli risklere, tehditlerin içine atmaz.

Annem hayattayken, ne tembel, ne aptal bir çocuktum, nasılsa annem bulup buluştururdu, Nasılsa bir çaresini mutlak bulurdu, girdiğim imtihanlarda bile, onun sabaha kadar okuduğu dualara güvenirdim. Annem öldüğünde gördüm ki yapayalnız ve tek başınayım, gerçekte hiçbir şey bilmiyor, elimden hiçbir şey gelmiyor, kendini beğenmiş bir mongol gibi büyümüşüm. Şefkatin, koruyuculuğun güveni içinde tiril tiril gömlekler giyip, saçlarımı ortadan ayırıp mışıl mışıl sokaklarda gezmişim.

Ne öğrendiysem, annemden sonra öğrendim, eksiklik, yalnızlık duygusu öğretti, insan annesini dahi öldükten sonra tanıyor, keşfediyor. Bu eksiklik, yalnızlık duygusu, tek başınalık... Tek başınasın, ne yapacaksan, tek başına yapacaksın…

Nihat Genç
Köpekleşmenin Tarihi
(Kısaltılmış, başlık değiştirilmiştir.)

Eflatun Solmaz - Köle

  Ya salağa yatarsın. Ya nereye yatarsan yat, salaksın. Dostluklar ısınıyor içimde, transistörler gibi... Zorunlulukların ve arzuların dilek...