Ana içeriğe atla

Şarköy Notları - I


BÖLÜM I


Şarköy’deyim… Buraya tam anlamıyla, yalnız kalmak için geldim. Arkadaş yok, bilgisayar yok, televizyon yok, aile yok, insan yok. Tek başımayım. Kendi isteğimle bugüne kadar yaşamadığım bir tecrübe bu. Biraz da korkutucu aslında. Birçok alışkanlığımdan kilometrelerce uzakta kendimle baş başayım. Şehrimin sokaklarında dolaşmak gibi değil, evimin içinde oturmak gibi değil. Suni ama korkutucu bir yalnızlık…

Yalnız kalmak istememin dışında daha çok buraya yazmak amacıyla geldim. Yalnız kalmak ve yazmak… Kafamda, birkaç cümlesi oluşmuş bir iki hikâye dışında ne yazacağımı hiç tasarlamadım. Bugüne kadar doğru dürüst yazım olmadığına inanıyorum. İnanmanın ötesinde biliyorum. Eski yazılarımı karıştırdığım zaman büyük bir çoğunluğunu beğenmiyorum.

Eve gelip eşyalarımı bıraktıktan sonra alışverişe çıktım. Döndüğümde canımın çektiği hiçbir şeyden mahrum kalmayayım diye gerekli gereksiz gözüme ne çarptıysa doldurdum alışveriş sepetine.

Aralık ayı olduğundan evin içi oldukça serin. Tedbir olarak İstanbul’dan elektrik sobasını getirdim. Elektrik sobalarının evin içini ısıtmak için değil sadece elektrik sarfiyatına neden olmak için yapıldığını düşünmeye başlıyorum. Çünkü karşısında durmadığım zaman ısındığım yok. Evin geri kalanı sobayı yakmadan nasılsa aynen o sıcaklıkta duruyor. En büyük sıkıntılarımdan biri de kâğıt kalem kullanıyor olmam. Yanımda bilgisayar da getirebilseydim eminim çok rahat edecektim. Gerçi bilgisayarı getirseydim saçma sapan işlere dalacak yazı da yazamayacaktım herhalde. O yüzden böylesi daha iyi. Burada televizyon var ama anten olmadığından bir tek kanal bile görünmüyor. İşte tam istediğim gibi bir ortam, normal zamanda olumsuzluk gibi görünenler, burada amacıma ulaşmamda çok yardımcı oluyorlar. CD çaları getirdiğim için bir tek müzikten yoksun değilim.

Voltaj çok düşük. Umarım elektrik gecenin bir vakti beni karanlığa ve donmaya terk etmez. Kısık sesle dinlediğim müziğin sesini duvardaki saatin tıkırtısı bastırıyordu. Bu durumun çıldırtıcı bir hal almasına müsaade etmeden saatin pilini çıkardım. Flüoresan, voltaj yüzünden olsa gerek, sönüp duruyor. Tekrar açılması için sobayı kapatmak gerekiyor. Sobaya bakıyorum hiç de öyle yanması gerektiği gibi yanmıyor. Bu şartlar altında birkaç satır karalamak takdir edilesi bir başarıymış gibi geliyor.

Evde büyük tüp de küçük tüp de bitmiş. Bu saatten sonra alma imkânım da yok. Canım çay istiyor ama sıcak su yok. Sonra aklıma çok “dâhiyane” bir fikir geldi. Yavaş da olsa ısınacaktır, düşüncesiyle çaydanlığı elektrik sobasının dibine koydum. Ümitsizce bekliyorum.

Dışarıda köpek havlamaları bir türlü kesilmiyor. Dışarının sessizliğini bozan bir tek onlar. Ne alıp-veremedikleri varsa durmadan havlıyorlar. Voltaj normale döner gibi oldu. Elektrik sobası şimdi gayet güzel yanıyor. Tabi benim poşet çay yapmam için gereken sıcak suyu sağlayacak mı bilmiyorum. Odanın ısısı iyi sanki.

Bu hayvanlar bazen insanın sabrını zorluyorlar. Dışarıda bir tane it var ki onun sesi hiç kesilmedi. Derdi ne bilmiyorum ama elimde bir silah olsa bütün dertlerini sona erdireceğime eminim. Çaydanlıktaki su yavaş yavaş ılınmaya başladı. Sanıyorum beş altı saat içerisinde kaynama derecesine gelecektir. Sabah kalktığımda gün ışığından faydalanıp bir bardak çay daha içerim herhalde.

Güzel bir hikâye yazabilmek için buradayım madem neden başlamıyorum? Kafamda bir hikâye yok mu? Aslında yazmak istediğim binlerce hikâyem var. Kaçını anlatmak istiyor ya da anlatmaya değer buluyorum ki? Üretmedikçe varolmadığıma, “hiç” olduğuma inanıyorum. O zaman ne “ben” ne de “biz” kalıyor.

Hiç kendinizi bir filmin içerisindeymişsiniz gibi hissettiniz mi? Öyle ucuz, basit bir film ki başı sonu belli, replikler sıkıcı hatta bazen anlamsız. Ya da bir Brezilya dizisinde… Durup kendinize baktığınızda “hay oyunculuğumun içine edeyim” diyeceğiniz kadar.

Başrol oynayacağınızı da sanmayın (gerçi fark etmez). Büyük bir ihtimalle figüransınız. Deprem sırasında ölen binlerce kişinden biri mesela. Bunu duyup da üzülenlerden ya da yaşayıp da sağ kalanlardan biri değilsiniz… Sadece rakamdan ibaretsiniz. Ucuz bir filmin rolünü tamamlamış tiplerindensiniz. Üstelik bir eksik bir fazla hiç önemi yok! Öyle olmadığımızı -en azından kendimize- anlatmak için yazmamız gerektiğine inanıyorum. Yaşadıklarımızı, hayallerimizi, elimizin vardığınca beynimizin içindeki her şeyi…

Beyni geliştikçe haz delisi haline gelmiş arızalı bir canlı. Yeryüzünün hâkimi ve “en mükemmel” canlısı. İşte filmimiz bu canlının yolculuğudur. Ne anlatılırsa anlatılsın bu yolculuğu anlatacaktır. Filmin içinde fark ettiğimiz anda anlatmamız gerekiyor rolümüzün ne olduğunu. Bunu da üretmeden yaşayarak yapamayız…

Giriş yazımı da yazdığıma göre artık ufak tefek pasajlarla eteğimdeki taşları dökebilirim.


***

- Hikâye yazmak; bir cümleyi daha uzun bir cümle haline getirmek. Sonra daha uzun, sonra daha uzun… Cümleler uzadıkça bölünüyor ve git gide çoğalıyor.

- Mesele; O cümle nedir? O cümle nasıl bir cümle olmalıdır?

- Ne anlatmak istersin? Anlatmak istediğim bir şeyler olmalı. Yoksa neden yazmaya çalışasın?

- Yazmayı seviyorum. En kestirme yanıt bu olsa gerek.

- Kendini anlatma istesen ilk cümlen ne olurdu?

- Ben.

- Güzel, şimdi bu cümleyi uzatalım.

- Ben kimim?

- Çok güzel, devam.

- Ben aslında kimim?

- Mükemmel, daha da uzat

- Bilmek istediğim, ben aslında kimim?

- Cümlemiz hikayenin ortasında, başında veya sonunda olabilir, her yöne doğru uzayabilir. Devam et lütfen.

- Bilmek istediğim, ben aslında kimim? Kafamda git gide büyüyen soru bu. Aradığımın ne olduğunu bilmiyorum. Tek bildiğim bazen açık verdiğim. Kendime tek tek sıfatlar vererek bu sorunun yanıtını bulabileceğime inanmıyorum.

- Şimdi bunu ufak ve anlamsız bir hikaye haline getirelim.

- Kalabalığın içinden geçiyorum. Kimse görmüyor yüzümü, fark etmeden ellerimle kapatıyorum. Soluk soluğa yanına varıyorum. Kirletilmiş, alçaltılmış buluyorum kendimi. Senin yanında daha da alçalıyorum. Kaçmaktan (kaçamamaktan) öyle yorgunum ki artık düşünemez olmuşum. Adımı bile unutturacak kadar güzel kokuyorsun. Sana dokunduğumda senin tenin olmak istiyorum. Senin olmak istiyorum. Sen olmak, sen… Sonra yine utanıyor, gözlerimi yere dikip uzaklaşıyorum. Tüm zayıflıklarımdan gurur duyar oluyorum ve insanlar buna cesaret diyorlar. Kabullenişe cesaret diyorlar. Senden her yerde var ama onlara da dokunmaya korkuyorum. Ne kadar tecrübeli olursam olayım, ne kadar öğrenmiş olursam olayım yine de beni yeneceklerini biliyorum. Daha işin başında yüzlerine baktığımda tüm savunmam elimden alınacak; yine kirleneceğim. İçimdeki en ahlaksız kişiliğimle mücadele edemiyorum ve neredeyse tamamen o oluyorum. Lanet olsun yine kirleneceğim. Haz aptalı beynim, bunun için bana olmadık şeyler yaptırabilir. Benim adımı oluşturan harflerin tamamı hazlardan ibaret şimdi.

Senden kaçarken bile sana dönmenin yollarını düşünüyorum. Artık hissettiklerimin ne olduğunu bilmek istiyorum. Kendime, kendimden kaçmadan sormam gereken sorular var. Her duyguyu tanımak ve anlatmak istiyorum. Bilmek istediğim, ben aslında kimim? Kafamda git gide büyüyen soru bu. Aradığımın ne olduğunu bilmiyorum. Tek bildiğim bazen açık verdiğim. Kendime tek tek sıfatlar vererek bu sorunun yanıtını bulabileceğime inanmıyorum. Bu kadar basit değil.

Kimim ben?

Aslında kimim?

- İşte yöntemimiz bu. Hadi güle güle. Uyu şimdi.