karadeli’ye atılmış şiir

değer mi
onu bulmak da neymiş
kalbimdeymiş oysa
değer mi
bedenden soyun sevişelim
değer mi
ruhun ikizini bulmuş kimin ikinde
değer tabi yaşadın aslanım
böyle bir dehaya hazır değil dünya
patlasın mı
dursun dedi tek parça
çatlasın mı
o yarık eder tehlikeli
al başına belayı, sırtla uçurtmayı
hadi delikanlı gibi davran velet
en güçlü deparını göster

biz büyülenmiştik o sözleri söyleyende kaybolmuştuk.
sonra da birileri
vücut kenarlarının tuhaf renkli olduğunu iddia ettiler.
ben fark etmemiştim, umurumda değildi
her kimse iyi oynuyordu
çok güçlü bir rakip olabilirdi
kendim için iki durum görüyorum

inanmayanların cehennemi, ulaşamamaktır
öyle acıyı yaşayacaksın ki inanacaksın
gazabını değil sevgisini isteyeceksin
sahip olduklarının tümünü
vermeye hazır olduğunu söyledi.
aldığı karşılık
ver, öyle gel

çocuğun yüzünün değişmesini görecektiniz
fakat zekiydi
o, söze karşılık vermedi
öyle bir kapıdaydı ki
içeriye girmesi için
bırakması gerekenler çoktu
sustu
köşesine çekildi

burada huzura çağırılanlar özeldir
her toplantı bir öncekinin rahmindedir

tam katılaştı, hakikatin çeperine
tırnaklarımı geçirdim derken
karanlıkta belli belirsiz bir kıpırdanma
karanlığın içinde iki şehvetli nefes
eğer hasıraltı edilmezse
manşetten girilecek haber

Sürünün Sessizliği

Gökten mi indik, sürüden mi çıktık (çıktık mı, orası ayrı)? Eğer gökten indiysek, ışıktan kopmuş gelmişizdir. Aydınlanma, bizi kaynağımıza ancak yok olarak ulaştırabilir. Yok sürüden/güruhtan çıktıysak, istisna olmamamız muhtemeldir. Demek ki sürüden, aydınlanmaya doğru tikel bir yönelim var demektir. Azınlık kalmak bakiyse ve oran aşağı yukarı aynıysa da yok oluş söz konusu değildir. Çünkü gerçeğe/gerçekliğe, diller sussa da susturulsa da varabiliyoruz. Evrenle yaşıt tecrübeye sahip bilincimizle, sürekli, her çağda, "bunda bir yanlışlık var" diyoruz. Biz görmezden geldiğimizde, kayaçlar bağırıyor, tortullar, parazitler, aminoasitler bağırıyor. Kendi kaslarımız, kemiklerimiz, hücrelerimiz bağırıyor.

Yolculuğunda (belki) bir adım öndesindir. Gördüklerinden öyle korkmuşsundur ki hız kesmişsindir. Ardında bıraktıkların, fark attıkların yüzünden kaygılanmazsın. Ne kadar önde olursan ol, varacağın yeri ve neye dönüşeceğini bilemeyişin korkutur seni. Azınlık ne kelime, tek başınasın, yalnızsın. Beş çocuk babası, yirmi torun dedesi olsan ne fark eder?

Seni saran kütlenin büyüklüğünden daha önemlidir yoğunluğun. Asıl kalabalığa karışmak yok olmaktır. Ama belki de ak koyun - kara koyun yoktur, bütün koyunlar alacadır. Varlık felsefesi yapan da kaygısızca geviş getiren de aynı kasabın bıçağını tadacaktır.

Şarköy Notları - V

22 Kasım 2009 - 21:14

“Tek başınayken aklını koruma sanatı”… Güzel kitap olmaz mı? Hatta başına “on derste”yi de ekleyebilirim. Peki, kelin ilacı var mı ki başkalarına satıyor? O kel bensem her zaman vardır. Dermanın dertten beter olabileceğini baştan kabul edecekseniz, kusuru hekimde aramayacaksanız, emrinize amadeyim.

Önce durum değerlendirmesi yapalım ve teşhisi sorgulayalım. Soralım; tek başınayım derken, yalnızım demek mi istiyorsunuz? İkisinin aynı anlama gelmesi muhtemelse de gelmeyebilir. Tek başınayım dediğinizde bunu pozitif değerlendirebilir, hatta biraz da vakar barındırdığını düşünebiliriz. “Yalnızım”daysa bir hayıflanma var sanki. Amacımız aklı korumaksa, iki durumu çok fazla ayırmasak da olur. “Yalnızım” anlamına geldiğini varsayıyor ve sonraki aşamaya geçiyoruz. Durumunuzdan rahatsız mısınız? Süreklilik şart değil, zaman zaman da rahatsız olabilirsiniz. Fakat cevabınız hayırsa, derse pek ihtiyacınız yoktur. Hiç demiyorum çünkü rahatsız olmayıp da tedirgin olabilirsiniz. Sonu nereye varacak, kontrolünüz altında mı kalacak bilmek isteyebilirsiniz. Öyleyse tam hedef kitlemiz içerisindesiniz demektir. Akıl sağlığınızın yerinde olup olmadığına baktıktan sonra korumaya geçebiliriz. Şayet yerinde değilse biraz geç kalmışız demektir. Biraz diyor, tümüyle demiyorum. Çünkü durumunuzda istikrar arayabilirsiniz. Çevrenizden aldığınız tepkilerce sorun varmış gibi görünüyorsa, durumunuzu korumak istemenizden daha doğal ne olabilir? Eğer daha beter dağılacaksa “bırak dağınık kalsın” değil mi? İlgisi yok biliyorum, kafa karışıklığı iyidir, söz konusu rahatsızlıkta ilaç işlevi görür.

Bir sorunu çözmenin en iyi yolu, aslında öyle bir sorun olmadığını söylemektir. Farklı ifade edecek olursak, inkâr, sorunun en iyi çözümdür. İnkâr yerine ret de diyebiliriz. O zaman birinci dersimiz bu olsun. Bana katılacağınızı umuyorum. Sorun varsa reddetmenin neyi çözeceğini merak ediyorsunuz. Toplu terapiler vardır, bilirsiniz. Ülkemizde uygulanıyor mu, bilmiyorum, filmlerde görürüz hep. Örneğin grup alkolizmle ilgiliyse, grup elemanları kendilerini tanıtırken “ben bir alkoliğim” cümlesiyle başlarlar söze. Görüldüğü gibi benim bir numaralı dersimin tam tersi uygulama. Ben iki uygulamanın da ancak kişiye göre doğru olduğuna inanıyorum. Grup terapileri kabullenmeye öncelik verdiklerine göre yenik, ezik, “loser” insanlara yönelik bir terapidir. Zaten yalnızlıkla ilgili grup terapisi yapamayız, her türlü kabullenme, kendi başımıza üstesinden gelebileceğimiz meselelerin altında kalmamıza neden olacaktır. Anladığım kadarıyla grup terapileri, dış faktörlerin örselediği insanlara hitap ediyor. Faydasız demiyorum, her insanda faydalı olmaz, ters tepebilir. Bizim durumumuzdaysa ters tepme ihtimali çok fazladır. Fantezi şarkıdaki gibi “yalnızım dostlarım yalnızım yalnız” diye tekrar etmemeli veya Tsm eserdeki gibi “ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım” diye ikrarda bulunmamalıyız.

Durumu retten sonra ikinci dersimize geçiyoruz, ilkiyle bağlantılıdır. Biz durumumuzu kabullenmezken başka birisinin telkinine maruz kalabiliriz. İşte birinci yöntemle birlikte ikincisinin önemi burada, var sayılan meseleyi evrenselleştirmek, “-misin”le biten soruya “kim değil” sorusuyla karşılık vermektir. Kendinizde bulunduğu iddia edilen sorunun, herkeste olması gerektiğini söyleyin. Muhtemelen de öyledir zaten. Diyalektiğe başvurarak, kavramı irdeleyip içini boşaltabilir, tersine çevirebilir veya hiç ilgisi olmayan anlamlar da yükleyebilirsiniz.

Bunlar korumaya yönelik çözümler mi, diye sorduğunuzu duyar gibiyim. (Yalan! Aklımdan bu soru geçiverdi o kadar.) Cevabım evet. Bunlar “ele güne karşı yapayalnız”lığınıza sert bir kabuk sağlayacaklardır. Kabuğun ekvator çizgisi gibi varsayımsal olduğunu asla ve asla aklınızdan çıkarmayın. Ne de olsa her duvar, her kabuk, her zırh koruyuculuğunun yanında hapsedicilik de içerir.

O zaman pratik başka öneriler yapalım. Mesela, asla boş kalmayın. Okuyun, çizin, yayın, oynayın, dans edin, ne yaparsanız yapın ama asla durmayın. Dinlenmek için değil uyumak için durun. Durursanız da hayal kurun, dalga geçin. Kendinizle barış halindeyseniz böylesi önlemlere gerek kalmayabilir. Aklınız, bedeninize, hanenize, gezegeninize, hatta evreninize mahkûm kalmak istemez, engellemeyin, bırakın. Aklınız ışıktan hızlı seyahat edebilir. Tabi uzun, yorucu ve sabır gerektiren temrinlerin neticesinde elde edebileceğiniz bir sonuçtur bu. Alkole, uyuşturucuya bile ihtiyaç duymazsınız böylelikle. Karşı değilim, kullanabilirsiniz. Hayatınıza renk katabilir. Dikkat etmelisiniz, bağımlı hale gelirseniz renkler solar. O durumda akıl bedende kalır, bedense posaya dönüşür. Posaya dönüşmüş beden, gelecekten umudunu keser. Gelecekten umudunu kesmiş insan da depresyona girer. Kullandığınız her ne ise, araçken amaç haline gelmişse, geri dönüşsüz bırakmanız gerekir. Kontrolden çıkmış renk katmaları, renge boğulmanıza, dolayısıyla kısa sürede delirmenize sebebiyet verebilir.

Kendinize yeni meseleler edinebilirsiniz. Dikkatli olmalısınız, başkasının huzurunu kaçıracak tarzda sığ olmasınlar. Merakınızı besleyin, alanı geniş tutun, evrenin sınırlarını zorlasın bu meraklar. Hangi durumda olursanız olun, ne başkasına ne de kendinize şikâyet etmeyin.

Unutmayın; yalnızlık şanstır, kimine zorla verilir, kimi istese de bulamaz.

Şarköy Notları - IV

21 Kasım 2009 - 00:22

Ne zamandır şiir yazmıyordum. Peki, ben şiir yazıyor muydum? Kimilerinin kötü, kimilerininse çok kötü olduğunu biliyorum. Yazmaktan alıkoymamalı. Bir günlük gazeteye gönderilen şiirlere göz atıyorum, soba tutuşturmak için kullandığım gazetelerden, şiir gönderenlerin ömürlerinde şiir okumadıkları belli oluyor. Okusalardı yazdıklarına şiir demezler, en azından insan içine çıkarmaya cesaret etmezlerdi. Hayata nasıl baktıkları ve aşkı ne kadar hödükçe yaşadıkları da anlaşılıyor.

Beterin beteri vardır diyerek blog’umda yayımlamıyorum her şiirimi, yayımladıklarım beğendiklerimdir. Bir o kadar da neşre layık görmediklerim var. Bu aralar yazmıyorsam sebep, noksanlığımdandır. Aşk şiiri desem, aşkı ara ki bulasın. Eskisini de mütemadiyen buzluktan çıkarıp çeşitlendiriyorum ama üstüne yeni tecrübeler eklenmediği sürece bayat kabul ediyorum.

Ne yazık ki bana şiir yazdıracak heyecanlardan uzağım. En hararetli hareketim sıkıntıdan patlamak olabilir. Yine de iyi idare ediyorum yalnızlığı. Mesafeliyiz fakat çoğu zaman iyi geçiniyoruz. Öyleyse yalnızlık şiiri de yazmayacağım. Çocuk şiiri yazabilirim. Çocuklar, çocuk şiiri severler mi? Hatırladığım kadarıyla tekerleme cinsinde değilse tahammül edemezdim. Çocuk da olsak şiirlerdeki tozpembe hayattan gayet uzaktık.

Odada canına susamış, beni sürekli rahatsız eden bir sinek var. Koltuktaki leke de onu başımdan savarken oluştu. Taarruzum sonuç vermediğinden, hayvan çevremde uçmaya devam ediyor. Sahi, “kuşlar kadar hür” deriz de niye “sinekler kadar hür” demeyiz. Boka sevdasıyla nam salmasının etkisi vardır muhakkak. İnsanın böceklerle geçinemeyişini de unutmamalı. Şunu da ekleyeyim, ev içindeki kuşlar genelde hür olmayanlardır. Sinekler bu konuda daha avantajlı durumdalar. Onlara öykünüp yaşayacağımız özgürlük, haneye tecavüzden tutuklanmamızla, dolayısıyla hürriyetimizi geçici olarak yitirmemizle sonuçlanabilir.

Çocuk şiiri diyordum, hiç denemedim. Deneyeyim:
“Benim yaşım yedi
Annem öyle dedi”

Denedim olmuyor. Şiir değil tekerleme bu. Bence çocuklar önce bunlarla başlamalı. Tabiatın güzelliğini anlatmaya çalışan beyin özürlü şiirlerinden uzak tutmamız daha iyi olacaktır onları. O tip şiirler hitap ettikleri kitlenin kapasitesinden zerre derece haberdar olmayanlarca yazılıyor sanki. Kimi ebeveyn vardır, çocuğuyla bebekçe konuşur. Çocuk da mecburen bebekçe öğrenir. Mesela ebeveyn “düt düt” dediğinden bebek de arabayı aynı şekilde isimlendirir. Aslında bu tip kelimeler bebekçe değil, ebeveyncedir. Kelimenin aslını dili döndüğünce söyletmek yerine niye yol uzatılır anlamam. İşte o şiirleri anlamayışım da buna benzer. Amaç öğretici de olabilir. Çocuk şarkılarından birinde yenilebilir ve yenilemez hayvanları öğretiyorlardı.

"Pazara gidelim bir tavuk alalım
Pazara gidip bir tavuk alıp napalım
Gıt gıt gıdak gıt gıt gıdak diyelim
Hapur hupur hapur hupur yiyelim.


Pazara gidelim bir kedi alalım
Pazara gidip bir kedi alıp napalım
Miyav miyav miyav miyav diyelim
Hapur hupur hapur hupur yemeyelim
." şeklinde gidiyor.

Şarkıdan kedi ve köpeğin yenmediğini, tavuk ve ördeğin yendiğini öğreniyoruz. Öğretici mi maniple edici mi, tartışılır. Çocuk şiirinden vazgeçtik.

Ne diye bu kadar üzerinde duruyorum?
İçimde yazmak geldi mi zaten yazarım.

Kart sensin postal da sana girsin

Sözün Can Yücel'e ait olduğu rivayet edilir. Söylentiye göre bir programda Duygu Asena, Nazım Hikmet'e "kartpostal şairi" demiş, bunun üzerine Can Yücel de telefonla programa katılmış ve "kart sensin postal da sana girsin" demiş. Böyle bir çıkış delidolu, küfrü esirgemeyen Can Baba’ya aykırı düşmüyor. Böyle bir olayın yaşandığına gözüyle tanık olduğunu söyleyenler bile var.

İnternet artık en önemli bilgi kaynağımız ama yanlışın yayılmasının da bir numaralı kaynağı. Edindiğimiz verilerin sağlamasını mutlaka yapmamız gerekiyor. Yoksa zor durumlara düşmek işten bile değil. Buna özen göstermeyen köşe yazarlarının nasıl rezil olduğuna da tanık oluyoruz. Üstelik yaratılan gaf da internet sayesinde ışık hızında yayılıyor. Örnek; Nazlı Ilıcak, Mevlana’ya ait diye Can Dündar’ın yazdıklarını köşesine taşımıştı.

Duygu Asena 2004 yılı ortalarında Vatan’da “Kart ve Postal Hikayesi”ni doğru olmadığını açıkladı. Yazısında "...1950 sonrası yazdıkları, Saman Şarısı hariç kartpostal şiirleridir..." sözünü alıntılayarak, bu lafın Ece Ayhan’a ait olduğunu belirtmişti. Asena şöyle devam edip, kendi tezini ortaya koyuyor: “Herhalde Ece Ayhan'ı kadın zanneden bir ‘salak’ bir süre sonra onu benimle karıştırdı ve Ece oldu Duygu... ‘Postal girsin’ bölümü de o salağın yaratıcılığı işte.” Söylentinin evrimi daha karmaşıktır ve nihayetinde gerçek kadar gerçeğe dönüşebilir. Şiirin izini sürerek söylentinin kaynağını arıyoruz, karşımıza Küçük İskender çıkıyor. Bakalım o ne diyor:

can yücel'in kitabı: seke seke
"seke seke ben geldim, sike sike ben gidiyorum” diye biten bir
şiirle açılıyor kitap,
sansürsüz! bu mısraların altyapısı, taşıdığı derin mana (manada yer kaplamak)
poetik birikim karşısında kitabı elinizden düşürmemeniz mümkün değil!
hele benimle ilgili bir şiir var ki :
yalnızca alıntılıyorum :


"küçük iskender
kuşumla fazla oynama sen!
seni becereceğime, ayol
büyük iskender’i beceririm
hem sana şunu da söyleyeyim:
nazım için “gurbette yazdığı şiirler
kartpostal şiiri” diyen ece'nin kendisi
kart bir postal…."


"ve ben küçük iskender, diyorum ki:
kötü bir şairden daha üzücüsü,
iyi ama bunak bir şair olmaktır!”


Bilgi kaynağımız yine internet olduğundan, bilgilerin güvenilirliğinden kuşkulanabilirsiniz. Durumdan şikayetçi olmayın, doğrularımızın ancak geçici doğrular olabileceğini kabul edin. Yoksa senede birkaç Mars Ay kadar büyük görünecektir, yüzlerce söz, sahiplerinden habersiz söylenecektir.

Eflatun Solmaz - Köle

  Ya salağa yatarsın. Ya nereye yatarsan yat, salaksın. Dostluklar ısınıyor içimde, transistörler gibi... Zorunlulukların ve arzuların dilek...