Haşere


Küçük işlerin adamı
Büyük düşman karşısında
Sümüklüböcek
Elbette hem küfredecek
Hem gölgesinden nasiplenecek

Meraklı çocuklar
Çubukla dürtüyor
Acıyor karnı
İçine çekiliyor

Ey elimden gelen budur diyen
Sahte güçlerin sahte düşmanı!
Utanmadan seviyorsan yalanı
Her fırsatta dalgalandır
Balkonundan çarşafları

Şubatın Kulak Misafiri

— Kapat şu teybin sesini, bak salâ okunuyor.
— Ölüyüm ağa insaf et.

* * *

— İnanmak var etmektir.
— Bence yok etmektir.

* * *

— Klasik anlamda, bilinenlerden çok farklıdırlar.
— Yazılmamış senaryo kaldı mı peki?
— Kadro sürekli genişliyor. Hikâyeler iç içe geçmiş şekilde artıyor.
— Artıyor ama bilinenlerin dışında yeni ne var? Hiç.
— Çabuk tükeniyoruz. Ürettiklerimiz bir süre sonra tükettiklerimize yetişmeyecek. Açık kapatmak için nitelik daha da düşürülecek. Ne olursa olsun, içlerinden güzeli, iyiler ayrılır.

* * *

— İzmariti atma denize.
— Neden? Sen de hep çevrecisin.
— Şu manzaraya bak. Denize vuran Ay’a bak. O beyazlıkta yüzen variller, çöpler, poşetler görmek ister misin?
— Bak doğru söyledin. Bunu çöpte söndüreceğim.

* * *

— Yazmaktan korkuyorum. Ya yazdığım gerçekleşirse.
— Şimdiye kadar hiç oldu mu?
— Yazdıklarımın hepsi yaşandı.
— İnanmıyorum.
— Yani, sıralama farkı var tabi.
— Anladım. Gerçekleşeni yazdın.
— Kalem için fark etmez.

* * *

— İnsanların hepsi ikiyüzlüdür.
— Ne? Ne yani, ben de mi ikiyüzlüyüm?

* * *

— Demek eski Türkler kuantumu çok önceden beri biliyorlardı, öyle mi? Bir örnek isteyebilir miyim?
— Tabi. Mesela, “bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur”.

Neyzen Tevfik’in Üstüne Kalan Şiir

Henüz isim bulmuş değiliz, çalışmalar sürüyor. Şimdilik “sosyal ağ yaratığı” diyelim. Bir tuhaf insan türü, bir tek kitabını okumadığı yazarların sözlerinden alıntılar paylaşıyor, beğendiği sözü, altındaki imza ile birlikte çevresine yayıyor. O söz hangi kitapta geçmiş, gerçekten o yazara mı ait, araştırma gereği duymuyor. Yanlışlık çoğaldıkça çoğalıyor, bir noktaya geliyor, önüne geçilemiyor.

Kendisine ait olmayan şiirle anılan şairlerimizden biri de Neyzen Tevfik (Kolaylı). “Ne Ararsın Tanrı ile Aramda” isimli şiiri bilmeyenimiz yoktur. Şiir, özellikle belli bir kesim tarafından çokça seviliyor ve paylaşılıyor. Paylaşanlar kendilerini aydın, modern kabul ediyorlar. “Be Hey Dürzü” diye de karşımıza çıkan bu şiiri Zülfikar gibi “karanlığa” savuruyorlar. Bense hiç beğenmediğim, son derece tatsız bulduğum bu şiirin altında Neyzen Tevfik adını görünce üzülüyorum. Tarih ve edebiyat bakımından ne derece bilgi fakiri olunduğunun tekrar tekrar kanıtlanması diyorum.

“Dürzü” veya “Dürzî”, galat-ı meşru, bugün halk dilinde hakaret olarak kullanılıyor. Neyzen Tevfik, Osmanlı Döneminin çocuğu olduğuna göre kelimeyi Osmanlıcada aramakta fayda var. Develioğlu ve Püsküllüoğlu sözlüklerinde karşılığını “Lübnanlı” olarak buluyor. Tdk’nin sözlüğünde ise “Dürzi” kelimesi “Suriye'nin Havran bölgesinde yaşayan ve kendilerine özgü mezhepleri olan bir Müslüman topluluğu” şeklinde açıklanıyor. Tdk, “dürzü” kelimesini ayrıca ele almış ve “ünl. Ağır hakaret ve küfür sözü” karşılığını vermiş. Pek vahimdir diyebiliriz, yangına körükle gitmektir.

Sözlükler konuya açıklık getirmekten uzaklar. Dürzîler, bugün daha geniş coğrafyada varlıklarını sürdürmektedirler. Kendilerini İslâm içerisinde saymaktadırlar. Haklarında söyleyebileceklerimiz yazımızın kapsamı dışındadır. Bu kadarcık bilginin bile, bir şiire “Be Hey Dürzü” isminin verilmesinin ne vahim olduğunu göstermeye yeteceği kanaatindeyim.

Şiirin dördüncü mısraında “Başı açığa neden türban sorarsın?” cümlesi geçmektedir. Neyzen Tevfik, çok partili döneme geçişin ilk yıllarında göçmüştü. Yaşadığı dönemde “türban” tartışmasının yaşandığına dair bir işaret yoktur. Şiiri paylaşıp yayanlar, tarih konusunda biraz olsun kafalarını çalıştırsalardı, şiirin 20. Yüzyılın ikinci yarısına ait havasını kolaylıkla yakalayabilirlerdi.


Şiirin asıl sahibi, durumu düzeltmek için gayret göstermiştir. Kimi yayın organları da yanlışın düzeltilmesine katkıda bulunmuşlardır. Fakat Google aramalarında ağırlık hala doğruda değildir. Sadece pespayeliğe düşkünlükle açıklayabiliyorum. İnternet'e sahip çağın insanının başka hiçbir bahanesi yoktur.

Vampirler ve Zombiler

Yaşayan Ölülerin Dönüşü filminde vücudunun yalnızca üst kısmı bulunan, açıktaki omurgası yılan gibi kıvrılmakta olan bir kadını masaya bağlamış sorguluyorlar:

— Neden beyin yiyorsunuz?
— Acıdan…
— Ne acısı?
— Ölü olmanın acısı…

Enver Gökçe, “Olur Biter” isimli şiirinde “Başımızı gelen bütün bu şeyler, dünyada olmamaktan daha iyi” der. Ölüler, ölü olmanın acısını yaşayanlardan çıkarmayacaklar kimden çıkaracaklar? Tartışmak istediğim iki grup “ölü”; vampirler ve zombiler. Çokça kullanılan iki korku elemanıdır; vampir ve zombi. İkisi de ölü kabul edilmesine rağmen önemli bir fark vardır: Sınıf… İki farklı sınıf ölüdürler. Vampirler ‘üst’ sınıfı temsil ederken zombiler ‘aşağı’ tabakayı temsil etmektedirler. Bana göre en önemli ortak yanları, her ikisini de bir şekilde, ikinci kez ‘öldürmek’ gerekir.

Belki insanoğlunun hafızasına, hatırlamadığı uzak geçmişte salgın hastalıklarla birlikte yerleşti, belki gerçekten bir yerlerde, filmlerdeki gibi olmasa bile, korkunç olaylar yaşandı. Gerçek ne olursa olsun günümüz gerçekliğini, toplum düzen ve hiyerarşisini temsil eden iki sembol var önümüzde.

Zombi olmak için herhangi bir şart, önkoşul yoktur. Bir salgın hastalıktır ölüm, kimseye ayrıcalık tanımaz, kimseyi reddetmez. Nereden başladığı bilinmez, başlamış olması sizin de peşinizde olduğunu göstermektedir. Yaşayan insan ile yaşayan ölü arasındaki geçiş çok kısa bir zaman içerisinde gerçekleşir. Ölümün başladığı yerde insan biter. O andan itibaren karşınızdaki tanıdığınız kişi değildir. Düşünmeyecek, hissetmeyecek, amaç edinmeyecektir. Sizi tanımayacak, hedef olarak görecektir. Kendinizi koruyup kurtulmazsanız sadece bir ısırıkla, onlardan biri olursunuz. Eminim kimsenin arzu etmediği bir durumdur.

Vampirlerse insanların içinde kaybolur ya da kendilerini gizlerler. Eğer sizi aralarına katmayacaklarsa
sundukları tekrar canlanamayacağınız bir ölümdür. Beslenecekleri sıradan bir çiftlik hayvanısınızdır. Yalnızca geceleri yaşarlar, isterlerse sizden biriymiş gibi hareket ederler. İnsandan çok daha güçlüdürler. Tarih kitapları bu şekilde yazmaz; bugüne kadar süren, insanın mücadelesi, vampire av olmamak, zombileşmemektir. Soyu tükenen türlerden bir tanesi de bu savaşı sürdürenlerdir. Hikâyelerini okuyanlar, filmlerde görenler tarih gözüyle bakmazlar olanlara. Peki, yaşadığımız şartlarda bu iki tür ölü, kime karşılık gelmektedir?
Gündüzleri sürekli bir yerlere koşuşturuyor. Yaşamını sürdürebilmek için gününün neredeyse yarısına yakınını çalışarak geçiriyor, ekmeğini kazanmak için kimi zaman başkalarını ezip geçmekten çekinmiyor. Uyku süresini de çıkarınca kendisine kalan çok az süreyiyse dijital eğlence araçları karşısında tüketiyor. Sembol bombardımanıyla lime lime edilmiş beyni aynı konu üzerinde birkaç dakikadan fazla yoğunlaşamıyor. Ağla dediklerinde ağlıyor, gül dediklerinde gülüyor. Üstelik bu iki zıt durum arasında yalnızca bir solukluk mesafe bulunuyor. Ölü balık gibi bakan gözlerle, renk değiştirmiş teniyle sizin üzerinize koşup dişlemeye çalışmasalar da çevrenizdeki insanlar birer zombi. Sizden olmayana saldırıyorsanız, siz de öylesiniz.


Vampirler mi? Verdiklerinden fazlasını alanlara bir ayna tutun. Kendilerini görmediklerini fark edeceksiniz. En önemli özellikleri kendini bilmezlikleridir. Kutsal/okunmuş su atmakla, dua okumakla kurtulamazsınız. Sarımsak kokan ağzınız uzaklaşmalarında etkili olabilir ama zaten iki sınıf arasında temas nadiren gerçekleşir. Öyle görünseler de inandıklarınıza inanmazlar, başka dinleri vardır. Söyledikleri, asla anladıklarınız değildir; şifrelidir. Vasatın üstüne çıkamadıkları işlerde, en yukarı mertebelerde oturtulurlar. Onları tanıyorsunuz. Görmek istiyorsanız, bakmalısınız.

Patlak

Konuk Yazar: Fikret Abalı

bu hikayede bir kadın var
bir de adam
biri diğerini çok sever
diğeri birini az
sorsan birine kainat
onlar için var
diğerine sorsan yol uzun
belli mi olur
belki de lastik patlar

The Sunset Limited - Tommy Lee Jones


You give up the World
line by line.

(Dünyadan satır satır vazgeçersin.)

Oyuncu kadrosu en az filmlerden biri. Sadece iki kişiden, Samuel L. Jackson (Siyah) ve Tommy Lee Jones (Beyaz), oluşuyor. Film formatında bir tiyatro oyunu diyebiliriz. Yanlış olmayacaktır, çünkü Cormac McCarthy’nin aynı isimli oyunundan sinemaya uyarlanmış. Aksiyonu, havaya uçan arabalarda, patlayan silahlarda, kırılan kemiklerde arayanlar, tek planlık bu filmdeki "şiddeti" göremeyeceklerdir. Doksan bir dakikalık film tek odalık bir banliyö dairesinde geçiyor. Karakterlerimizin ismi yok. Ten renklerinden dolayı biri “Siyah” diğeri “Beyaz”dır. Siyah, diğerine profesör diye hitap etmektedir. Senaryonun temelini iki farklı inanç ve dünya görüşüne sahip bu iki insanın diyalogları oluşturmaktadır.

Siyah, intihar etmek için kendini tren raylarına atmak üzere olan Beyaz’ı engellemiş ve evine getirmiştir. Mutfağın da içinde bulunduğu o tek odalık evde, masa başında karşılıklı otururken görürüz ilk defa onları. Masanın üzerinde kalem, küçük bir not defteri, üzerinde gözlük duran bir gazete ve bir de İncil durmaktadır.

Beyaz her türlü inancını tüketmiş, yaşamını sonlandırmak isteyen bir entelektüeldir. Siyah ise hapishaneye girip çıkmış, hapishanede inancını bulmuş, o inanca sarılmış, yalnız yaşayan bir adamdır. Beyaz, gitmek istemektedir. Sadece o odadan değil, evrenden de çıkmak istemektedir. Siyah, sohbet ederek, ısrar ederek Beyaz’ı sadece odada tutmaya çalışmaz, onu hayatta da tutmaya çalışır. Çünkü Beyaz’ın o evden çıktıktan artık olmayacağını bilir.

Konuşma ilerledikçe, birbirlerinin neredeyse tamamen zıttı iki bakışın tartışmalarına tanık oluruz. Mesele sadece inanç değildir. Farklı görmektir, farklı hissediştir ve farklı neticelere varıştır. Öyle sürükleyici bir tempoda ilerler ki konuşmalar, tahterevallide devinen iki ihtiyar görürüz adeta.

Tartışmanın doruk noktasında konuşulanları ya daha önce hiç düşünmemişizdir (bu grup zaten ilk yarım saatte sıkılıp filmi izlemeyi bırakacağından veya uyuklamaya başlayacağından konumuz dışında kalmaktadır) ya da kendimize söylemekten, kabullenmekten kaçınmışızdır.

The Sunset Limited etkileyici bir film. Eğer filmin sizi içine almasına izin vermişseniz, bittikten sonra kendinizi toparlamak için biraz zamana ihtiyacınız olacaktır. Sonrasında, kim bilir, farklı bir gerçekliğe gözünüz açılır ve bedenlerini güçlükle uzamda sürükleyen, varlıklarını nadiren sezebildiğiniz “Beyaz”larla, inandıklarının sizi aydınlığa çıkaracağını iddia eden “Siyah”ların dünyasında yaşadığınızı görürsünüz. Belki de kendi renginizin, var oluşu tereddütle yaşayan, çirkin bir gri olduğunu fark edersiniz.

Hangi renk olduğunuzun ne yazık ki sonuca etkisi yoktur.

Çocuklukçuluk

Kim daha gülünç görünür,
Çocuk kalmak isteyenden?
Yüzüne vurmuş avanaklığı,
“İçimdeki çocuk” diye
Pazarlayana gülerim.

Çağrı’yla Sohbet 1


— Dün biz lunaparka gittik. Ben Alihan’la uçağa bindim. Alihan, neydi, tırtıla bindi. Sadece tekti ama Alihan’dan sonra ben dönme dolaba bindim. Alihan’la birlikte bindik.
— …
— Biz bu akşam dondurma almaya gideceğiz. Biz, ikimiz.
— Neden?
— Çünkü ben istiyorum. İstersen sen de bir tane al.
— Ama ben istemiyorum. Sen neden istiyorsun?
— Benim canım çekti çünkü, anladın mı? Oraya öyle yaz.
— Bence insan, geceleri oruç tutmalı.
— Ama ben oruç tutmak istemiyorum.
— Gerçi ben de söylüyorum ama uyuyor muyum?
— Bu konuşmalar sıkıcı da bana ne zaman alacaksın şu dondurmayı?
— Yarışmayı seviyor musun?
— Evet.
— Kazanmayı seviyor musun?
— Evet.
— O zaman kazanman gerek. Benim kadar hızlı yazmayı…
— Ben yazmayı bilmiyorum ki.
— Ama öğreneceksin.
— Haklısın… Sen, ben şu dondurmayı bugün al ama yarın değil.
— Ödev yapmayı sevecek misin?
— Evet, hatta çok.
— Sıkıcı olsa da mı?

Dead Can Dance



Yaklaşık otuz yıllık bir grup Dead Can Dance. İsminin yüklendiği anlamla insanlığın hatırlamakta zorlandığı müziklere yeniden hayat veriyor. Bu sene yeni bir albüm ve tur müjdesi veriyorlar. Bakalım nerelerde konaklayacaklar.

Son on yılda çıkan pek çok gruba, müzisyene ilham kaynağı olan grup, 1996 yılında Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda, kalabalık bir izleyici kitlesine konser vermişti.

Eflatun Solmaz - Köle

  Ya salağa yatarsın. Ya nereye yatarsan yat, salaksın. Dostluklar ısınıyor içimde, transistörler gibi... Zorunlulukların ve arzuların dilek...