Kutsal Olmayan - Karizma


Hazırlayan: Murat Bayhan (Acemi Ocağı)

İştah

Konuk Sanatçı: Fikret Abalı

Kayıplar kazançlar
Dünde
O zaman olmayan
Bugünde
O gün kaybolan
Yarında
Gidenlerin kalanlardan
Farkı yok
İcap eder kapanır o kapıda

Akla ziyan kararlar
Olup olacağı belliyken
Boğulduğun göz yaşına
Değecek mi hikayen

Gel kaçalım buradan
Yolumuz açık
Bahtımız ak
Bir bardak suya muhtaç

Ruhun yansın
Sen nefeslen

Renkler yerini şaşırmış
Kollarım hiçliğe
Sımsıkı sarılmış
Yolumun sonu
Yerden gökten ayrılmış

Güzel bir ses
Anlamlandırılmamış bakışlar
Teninde rüzgar
İçtiğin şarap
Ekip filizlendirilememiş tohumlar
Diyaframına hakim olamayan
Dostlar
Tutar seni
Salmaz buralardan

Mutlu mutsuz
Tatlı tatsız
Arlı arsız
Şanlı şansız
Doğru yanlış
Hepsinden biraz
Hepsinden fazla
Ben dediğim
Benden ayrı bir dünya

İki Akil Adam

Bir zamanlar Efkar adlı kadim şehirde birbirinin bilgisini çekemeyen ve küçümseyen iki akil adam yaşarmış. Çünkü içlerinden biri tanrıların varlığını inkâr ederken, diğeri bir inananmış.

Bir gün ikisi pazarda karşılaşırlar ve müritlerinin ortasında tanrıların varlığı-yokluğu üzerine bir zıtlaşma ve tartışmaya girişirler. Saatlerce tartışmaktan hoşnut olarak ayrılırlar.


O akşam inançsız olan tapınağa gitmiş, sunağın önünde secdeye kapanarak tanrılardan yolsuz geçmişi için af dilemiş.


Ve aynı saatte diğer akil adam, hani şu tanrıları savunan, kutsal kitaplarını yakmış. Çünkü artık inançsızmış.


Halil Cibran, Kaçık

Ondan Sonrası

Çıktım tavan arasına, bir kırık sandık buldum.
Açtım baktım içinde bir kırık altın.

Almayacaktım  ama aldım
                Sarıdır diye
Ordan gittim İstanbul’a, bir kâse yoğurt aldım
                Durudur diye
Dokuz yüz doksan dokuz testi su kattım
                Koyudur diye
Sultan Ahmet minarelerini belime soktum
                Borudur diye
Tophane güllelerini cebime doldurdum
                Darıdır diye
Nacağı aldım Kapalı-Çarşıya daldım
                Korudur diye
Akdeniz’e girdim
                Kıyıdır diye
Ortasına bastım
                Kurudur diye
Selimiye Camisinin duvarına dayandım
                Yalıdır diye
Ahır-Dağı’na bir tekme vurdum
                Geri dur diye
Bir atım vardı, satıcı oldum, almadılar
                Dorudur diye
Üçlük beşlik verdiler beğenmedim
                İridir diye
Sade Osmanlı lirası verdiler almadım
                Sarıdır diye
Beni aldılar tımarhaneye götürdüler
                Delidir diye
İki adam geldi şahitlik etti
                Veli oğlu velidir diye
Tımarhaneyi dürdüm katladım sırtladım
                Halıdır diye
Beş on sopa vurdular
                Yeridir diye
Beni padişaha bildirdiler
                Delidir diye
Padişahtan ferman çıktı
                Bırakın, onun eski huyudur diye
Fermanı aldım, cadde boyu gidiyordum
Bir kancık eşek gördüm peşine takıldım
                Karıdır diye
Eşek bana bir tekme vurdu
                Geri dur diye…

Pertev Naili Boratav
Zaman Zaman İçinde
İmge Yayınları

257

oku kitapları bir bir


okudukça üst üste diz


sonra bir tekme, devir

Laforizmalar IX

Günah: İşlemekten değil görülmesinden korkulan

* * *

Basit bir eşyayı çalanı linç etmeye kalkanlar,
çalınanın değeri arttıkça sessizleşirler.

* * *

Çatır çatır çatlar dört bir yanın
enkazın altında kalırsın, yine de anlamazsın

* * *

Geçmişin yokluğundan yararlanıp büyük sanılanlar;
bugünün küçük insanının cebinden çıkar.

* * *

Muhalefetin, vicdanındır. Güçlü olsun istersin.
Yanlıştan alıkoyamayıp, durmadan konuşan vicdandan ne hayır gelmez.

* * *

Makyaj:
Gence gereksiz, yaşlıya faydasız.

* * *

Büyük adama küfretmen kolaydır, güç olan sesini duyurmandır.

* * *

Çocuk sahibi olmak birkaç dakikalık iştir.
Ana-Baba olmak bir ömür öğrenilmeyebilir.

Hak Bir Gönül Verdi Bana

Hak bir gönül verdi bana,
ha! demeden hayran olur
Bir dem gelir şadan olur,
bir dem gelir giryan olur

Bir dem sanasın kış gibi,
şol zemheri olmuş gibi
Bir dem beşaretten doğar,
hoş bağ ile büstan olur

Bir dem gelir söyleyemez,
bir sözü şerh eyleyemez
Bir dem dilinden dür döker,
dertlilere derman olur

Bir dem div olur ya peri,
viraneler olur yeri
Bir dem uçar Belkıs ile,
sultan-ı ins ü can olur

Bir dem varır mescidlere,
yüz sürer anda yerlere
Bir dem varır deyre girer,
İncil okur ruhban olur

Bir dem gelir İsa gibi,
ölmüşleri diri kılur
Bir dem girer kibr evine,
Fir'avn ile Haman olur

Bir dem döner Cebraile,
rahmet saçar her mahfile
Bir dem gelir gümrah olur,
miskin Yunus hayran olur

Yunus Emre

Kendini Zenci Sanan Beyazın Türküsü

Onurunu mu istiyorsun
Çok çalışmalısın
Öyle çocuk diklenmelerle olmaz
Kahramanlık yetenek işi
Dibe dalmak değil seninki
Ayaklarını değdiriyorsun
Soğuk geliyor cayıyorsun

Bense kurulmuşların dışında
Başka bir hayat istiyorum
Kendimi yabancı hissetmeliyim

Kendi mi?
Kendi cümlemi
Kendi evimi
Kendi ailemi
Kurmak istiyorum
Tüm tanıdık gözlerden
uzak

Şarap

İlk şişeden sonraki
İkinci kalite olabilir.
Fark etmez

İkinci şişeden sonraki
Ne markadır
Fark etmez

Üçüncü şişeden sonraki
Şarap mıdır
Fark etmez

Rencide Ruhlar

"Bazen de saygıdeğer abilerim ablalarım, dünyası yerle bir olur insanın. Hayat, fazla kafa yarmadan idare etmeyi sağlayan bütün anlamlarını yitiriverir. En akıllıca saydığınız fikirlerinizin saçmalığını, en içten duygularınızın yapmacıklığını kavrarsınız. Aslında hiçbir konuda bir fikriniz bulunmadığını, aslında hiç kimseye karşı bir şey hissetmediğinizi ve tüm evrenin de size karşı aynı gaddarca kayıtsızlık içinde olduğunu. Hep gözünüzün önünde durduğu halde o güne dek her nasılsa yok sayınayı başardığınız bu gerçeği fark ettiğiniz anda il!lhi işleyişi de çözmek üzeresiniz demektir.

Tanrı, içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır. Evrenin içine gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine insanı yerleştirir. Ve onun içine koyacak bir şey bulamaz. lşte insan denen tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve en anlamsızı kılınışının hikayesi. Evrenin arasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik bir biçimde Tanrı'yla bezerken, ortak anlamsızların en küçügünün elbette bir gerçeği unutması gerekmektedir: Hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır."

Alper Canıgüz, Oğullar ve Rencide Ruhlar

Ekonomi'k

"Reklamcı iken benzerlerinden daha kötü kaliteli ürünler için bulduğu harika sloganları düşündü. Kusmak istiyordu. Çünkü bu tip ürünlerin ne kadar şahane olduğuna ancak buna inanmaya teşne ve mahkûm olanlar yani yoksullar inanıyordu. Bazen de tam tersi strateji kullanılır, berbat kalitede bir ürüne yüksek fiyat konur, öyle her önüne gelen babayiğidin onu alamayacağı teması işlenir, bu ürünleri de yine dişinden tırnağından artıran orta sınıf garibanlar ters gaza gelerek alırdı. İyi kaliteli ürün kullanmaya alışkın kesime bunları öldür Allah satamazdınız, bunlar bir bakışta, bir dokunuşta neyin ne olduğunu anlar, gülüp geçer, ucuzu ucuz pahalıyı pahalı alırlardı. Bilgileri ve bilgilerinden doğan güçleri vardı. Böyle bakınca ayrıcalıklı sınıf görece olarak değil mutlak olarak daha ucuz ve daha kaliteli yaşıyordu."

Y. Hakan Erdem, Kitab-ı Duvduvani

Prens ve Büyücü

Bir zamanlar üç şeyin haricinde her şeye inanan genç bir prens varmış. Bu prens prenseslere, adalara ve Tanrıya inanmazmış. Böyle şeylerin var olmadığını ona babası, kral söylemiş. Babasının ülkesinde hiçbir prenses ya da ada bulunmadığından ve Tanrının varlığına dair hiçbir işaret olmadığından genç prens de babasına inanırmış.

Sonra, günlerden bir gün prens saraydan kaçmış. Yolu komşu diyara düşmüş. Burada, her bir kıyıdan bakıldığında başka başka adaların olduğunu ve yine bu adalarda, ne olduğunu anlayamadığı, tuhaf ve rahatsız edici yaratıkların yaşadığını görüp hayrete düşmüş. Tam bir tekne aranırken, üzerinde yerlere kadar uzanan elbisesiyle bir adam kıyı boyunca ilerleyerek yanına yaklaşmış.

“Şu adalar gerçek mi?” diye sormuş genç prens.

“Tabii ki gerçek o adalar,” demiş uzun elbiseli adam.

“Peki ya şu tuhaf ve rahatsız edici yaratıklar?”

“Hepsi de gerçek birer prenses onların.”

“Öyleyse Tanrı da var olmalı!” diye bağırmış genç prens.

Uzun elbiseli adam başını hafifçe öne eğerek, “Tanrı benim,” diye karşılık vermiş.

Genç prens bunu duyar duymaz sarayına dönmüş.

“Döndün demek,” demiş kral babası.

“Adalar, prensesler gördüm ve Tanrıyı gördüm,” demiş prens sitemkâr.

Kral hiç istifini bozmamış.

“Gerçek ada, gerçek prenses ya da gerçek Tanrı diye bir şey yoktur.”

“Ama gördüm onları!”

“Söyle bakalım, Tanrının üzerinde ne vardı?”

“Upuzun bir elbise vardı”

“Elbisesinin kolları kıvrık mıydı peki?”

Kollarının kıvrık olduğunu hatırlamış prens. Kral gülümsemiş.

“Bu bir büyücü kıyafetidir. Kandırmış seni.”

Prens bunun üzerine komşu diyara dönerek aynı kıyıya varmış ve karşısında yine o uzun elbiseli adamı bulmuş.

Genç prens, “Kral babam senin kim olduğunu söyledi bana,” demiş öfkeyle. “Geçen sefer kandırdın beni, ama bu defa kandıramayacaksın. Onların gerçek birer ada ve prenses olmadığını biliyorum artık, çünkü sen bir büyücüsün.”

Kıyıdaki adam gülümsemiş.

“Esas kandırılan sensin, evlat. Babanın krallığında da pek çok ada ve prenses var. Ama baban öyle bir büyü yapmış ki sana, hiçbirini göremiyorsun.”

Prens düşünceli düşünceli krallığına dönmüş gene. Babasını bulup, gözlerinin içine bakmış.

”Baba, gerçek bir kral değil de yalnızca bir büyücü olduğun doğru mu?”

Kral gülümseyip elbisesinin kollarını kıvırmış.

“Evet oğlum, yalnızca bir büyücüyüm ben.”

“Öyleyse kıyıdaki o adam da Tanrıydı.”

“Kıyıdaki adam da başka bir büyücüydü.”

“Asıl gerçeği öğrenmem gerek, sihrin ötesindeki gerçeği yani.”

“Sihrin ötesinde bir gerçek yoktur,” demiş kral.

Prens çok üzülmüş. “Öldüreceğim kendimi,” demiş.

Kral bir sihir yaparak ölümü çağırmış. Ölüm kapıda dikilip, prense yanma gelmesini işaret etmiş. Prens ürpermiş. Güzel olup gerçek olmayan adaları ve gerçek olmayıp güzel olan prensesleri düşünmüş.

“Neyse,” demiş. “Dayanabilirim herhalde.”

“Bak gördün mü oğlum,” demiş kral, “sen de bir büyücü oluyorsun artık.”

John Fowles
Büyücü
Çev: Meram Arvas
Ayrıntı Yayınları 2013
s.554-556

Anneler Ölmez

Konuk Yazar: Nihat Genç

Vefat edeli on altı yıl oluyor ama ne zaman mutfağa, banyoya, oturma odasına girsem, bu büyük hayali posterleri yüzüme çarpar. Mutfaktaki posterinin üstünde, “oğlum domates bu bıçakla kesilmez, oğlum ekmeği açıkta bırakma, oğlum peyniri kurutacaksın” benzeri binlerce söz dolu. On yıllar geçse de, on tane ev değiştirsem de, mutfaklar aynı mutfaktır, oturma odaları aynı, anneler nasıl kurmuşsa öyle yaşarlar! Sadece banyodaki posterlerin üstüne yazılanlardan bir büyük kitap yazılabilir, “oğlum şampuanı avuç avuç kullanma, birazcık yeter, oğlum banyo terliğiyle dışarı çıkma” ve niceleri ömrümüz oldukça büyük bir tiyatro sahnesinde her gün sahneye konur, istemesek de o repliklerle kurulu bir hayatı yaşarız! Ayakkabımı bağlarken, ekmeği dilimlerken, hep onun tembih ettiği gibi... Ne zaman eve girerken ayakkabılarla halının ucuna bassam, sanki bir ses, annemin sesi oracıkta azarlar durur beni! İnce bir şey satın alsam, “oğlum bunu her zaman giyemezsin”, pahalı bir şey satın alsam “oğlum, sen delirdin mi, bu kadar para?”, yataktan geç kalsam, ”oğlum herkes işinde gücünde”, yemeği beğenmesem, “oğlum, bunu bulamayanları da düşün”, ders çalışmazsam “oğlum, ne zorluklarla okutuyorum seni!..” her bir söz, kurumuş çiçeklerin çığlığı gibi, damla damla doldurmuş bizi, çiçeğin suyu gözyaşlarımız. Bu yüzden benim posta pullarımda annemin büstü vardır. Veciz sözleri de hep nedense tutumlulukla, tasarrufla ilgilidir...

İnsan düşünüyor da, her ayın son on günü para yetişmiyor, makarnaya talim ediyoruz, annemiz o mütevazı bütçeyle bizlere iki gün üst üste aynı yemeği yedirmedi. Evde para olmasa da bilirdik ki, annemiz bulup buluştururdu. İncecik bir tığ oyasıyla ruhumuzu, hayatımızı işledi, patikler dokudu, sıskacık çocuğu doktora koşturdu, söylediği her söze, dokunduğu her eşyaya en derin ıstıraplardan süzülmüş saf, parlak, sütten, şekerden, kaymaktan, ay ışıkları yerleştirdi, ne bitiyor, ne sönüyor, ne unutuluyor. Göklerin altında anneden daha büyük ibadet var mıdır? Bütün anneler melekti tüylerini bize bırakıp gittiler. O tüyleri biraz da biz yolduk, çekiştirdik, ele avuca sığmaz bir küçük kertenkele gibi başının etini yedik! Ah, annelerin atkıları! En uzak denizlerin yelken bezleri gibi! Ah, annelerin yorgun omuzlarında atkıları! Ne derin yaralar gizler! Ah, annelerin aynaları! Altmışında bulutlara benzer yoluk başının görüntüsünde, yirmili yaşların akan su gibi dalgalı saçlarını görür, upuzun. uzanır, upuzun, “anne yine daldın?” dersin!.. Hiç üzülmem, nasıl olsa bir iz kalmıştır avuçlarında, nasıl olsa gök yine mavi ve her yandan çepeçevre yine annemin sesi gelmekte!

Dün gibi hatırlıyorum, on-on bir yaşlarındayım, bir manto diktirmişti. Ben, on yedi yaşlarına geldiğimde, mantoyu ters yüz ettirmişti. Bir zaman sonra da iyice eskiyen mantoyu kesip bir parçasıyla, yastık, kırlent, bir parçasıyla ev içerisinde giyilecek etek yapıvermişti. Manto eve girdikten tam yirmi beş sene sonra nihayet bir zaman sonra “tahta bezi” oluvermişti. Birkaç yıl önce, karlı bir kış günü, kıskıvrak yakalandım, soğuğa ve yalnızlığa. Tam eve gireceğim, kapıda karşıladı beni. Kapıya ‘paspas’ olmuş bizim manto. Otuz küsur yılın üstüne nihayet manto dışarı çıkabilmişti. Ödüm koptu, aldım paspası içeri.

Bir çaput bezi, bir paspasta da annemin rüzgârda dalgalanan büyük bir posteri vardı, neler yazmıyordu ki üstünde! Sanki çok para kazanıyor, eve getiriyormuş gibi, bir de hesap sorardım. Manavda domateslerin bulunduğu kasanın önünde ezilmişler için de bir kasa vardı, gururuma yediremedim, anneme diklendim, sen karışma oğlum, ben onları yemeğe katarım, salçasını yaparım. Bu kıt kanaatlik biraz da mütevazı bütçenin zorladığı bir tutum, ancak, annemin bu kıt kanaatlikten oldukça keyif çıkarttığını da söylemeliyim. Şu Ofli hoca fıkrası...

Ofli hoca namazı kıldırıp pazaryerinde şöyle bir tur atarmış. Bir defasında kuru, yaşlı, yoksul bir ihtiyar görmüş. Orta yere atılmış ezik, çürük üzüm tanelerini mendiline toplayıp, pazarın dışına çıkıp, bir güzel afiyetle yemiş. Sonra da ellerini kaldırıp, “Allah’ım çok şükür, çok şükür” diye dua etmeye başlamış. İhtiyarın şükürlü duasını gören Ofli hoca, ihtiyarın kafasına vurup, “senin ha bu beynine sıçayım, sen ne şükrediysin, o sana şükretsin, bulmuş senin gibi kanaatkâr kulu, daha ne arayi?”

Anne sevgisi doğanın en sıcak, en doğal, koruyucu, güven verici sevgisidir. Dünyada ağırlığı olmayan tek sevgidir anne, dünyada eksikliği en çok duyulan duygudur. Hayvanlar elemine bir bakın, yırtıcı, vahşi hayvanların en belirgin özelliği ailesinden uzaklaşmış olmalarıdır. Ailesiyle yaşayan kuşlar, maymunlar vs. ekmek elden, su gölden, sıcacık, hımbıl, mutlu bir hayat yaşar. Ailenin annenin koruyuculuğu öylesine rahatlık veriri ki, kendini tehlikeli risklere, tehditlerin içine atmaz.

Annem hayattayken, ne tembel, ne aptal bir çocuktum, nasılsa annem bulup buluştururdu, Nasılsa bir çaresini mutlak bulurdu, girdiğim imtihanlarda bile, onun sabaha kadar okuduğu dualara güvenirdim. Annem öldüğünde gördüm ki yapayalnız ve tek başınayım, gerçekte hiçbir şey bilmiyor, elimden hiçbir şey gelmiyor, kendini beğenmiş bir mongol gibi büyümüşüm. Şefkatin, koruyuculuğun güveni içinde tiril tiril gömlekler giyip, saçlarımı ortadan ayırıp mışıl mışıl sokaklarda gezmişim.

Ne öğrendiysem, annemden sonra öğrendim, eksiklik, yalnızlık duygusu öğretti, insan annesini dahi öldükten sonra tanıyor, keşfediyor. Bu eksiklik, yalnızlık duygusu, tek başınalık... Tek başınasın, ne yapacaksan, tek başına yapacaksın…

Nihat Genç
Köpekleşmenin Tarihi
(Kısaltılmış, başlık değiştirilmiştir.)

Körleşme'de Bakış

“Görüyorsunuz ya baylar, bu dâhi paranoyakla kendimizi karşılaştırdığımızda, ne kadar zavallı aptallar ve dar görüşlü kişiler olarak kalıyoruz! Biz gerçeklerin tutsağıyken, o tutkuların insanı; biz hep başkalarından alınma, elden düşme deneyimlerle yaşarken, o kendi deneyimlerine dayanıyor. Tıpkı dünyamız gibi, sonsuz bir yalnızlık içerisinde, kendi evreninde dolanıp duruyor. Korkmak hakkına sahip. Yörüngesini açıklamak ve korumak için gösterdiği yetenek, tümümüzün tuttuğumuz yolları açıklamak ve savunmak için gösterdiğinden daha büyük. O, duyularının yarattığı yanılsamalara inanırken, bizler sağlıklı duyularımızla algıladıklarımıza kuşkuyla bakıyoruz. Aramızda bulunan bir avuç inançlı kişi ise, başkalarının binlerce yıl önce onlar için yaşamış oldukları deneyimlere sarılıyor. Bizler düşleri, kutsal sözleri, sesleri —nesnelere ve insanlara göz açıp kapayana dek yaklaşabilmeyi— gereksiniyoruz ve bunları kendi içimizde bulamadığımız zaman geleneklere başvuruyoruz. Kendi yoksulluğumuz yüzünden, inanan kişiler olup çıkıyoruz. İçimizde daha da yoksul olanlar, bundan da vazgeçiyorlar. Ama ya karşımızdaki? O aynı kişilikle hem Allah’ı, hem peygamberi, hem de Müslüman kişiyi birleştiriyor. Ona kronik paranoya etiketini yapıştırmamız, bir mucizeyi mucize olmaktan çıkarır mı? Bizler nasırlaşmış akıllarımızın üstünde, cimrilerin paralarının üstüne oturmaları gibi oturuyoruz. Bizim düşündüğümüz anlamda akıl, bir yanlış anlamadan başka bir şey değil. Eğer salt düşünce düzeyinde sürdürülebilen bir yaşam varsa böyle bir yaşamı sürdürebilen tek insan şu karşınızda gördüğünüz delidir!”
Elias Canetti
Körleşme, s.454-455
Payel Yayınları

Yumruk

"Kien, yumrukların yazdıkları kahramanlık destanlarının etkisiyle büyümeye başladıklarını gördü. Bu yumruklar, ait oldukları adamdan da büyüktüler. Çok geçmeden bütün odayı doldurdular. Üstlerindeki kızıl kıllar da bu tempoyla orantılı olarak büyüyor ve kıvrak hareketlerle kitapların tozunu alıyordu. Yumruklar öbür odaya geçerek ansızın yatağında beliren Therese’yi ezdiler. Etek, onların baskısıyla ve büyük gürültülerle parça parça oldu. Kien, bir an için canlanan bir sesle: “Yaşamak güzel şey!” diye bağırdı. Kendisi öylesine önemsiz ve zayıftı ki, hiçbir şeyden korkmasına gerek yoktu. Ne olur ne olmaz diye her zaman olduğundan daha az yer kaplamaya çalıştı. Gövdesi, üstünde yattığı çarşaf kadar incelmişti. Dünyadaki yumrukların hiçbiri ona bir şey yapamazdı."

Elias Canetti, Körleşme, s.144

229

sorulmayanı söyleme


söylenmeyeni sorma

Laforizmalar VIII

İnançların, düşüncelerin, tarihsel kişiliklerin değil,
insanlığınızın korunmaya gereksinimi var.

* * *

Herkesin bildiğini yüze vurmak, açıksözlülük değildir.

* * *

Uygar, kökünü kuruttuğu kabilelerin isimlerini taşıtlara verendir.

* * *

Küfürsüz şiir tamam, çaresizi olmuyor

* * *

"Sarhoşun mektubu okunmaz" ama mektubu okunmayacak kişiyle de içilmez.

* * *

Kitapları yalnızca sahipleri yakar.

* * *

Sevi, cesaret değil özgürlüktür.
Seviye kanıt, Tanrı'ya kanıt aramak gibidir.
İnandığın kadar.

* * *

Kafada ne varsa dile o gelir.

salyangoz

bağır
sesin, çıkacağı
son noktaya değsin
kimse duymaz
korkma
bu kalabalık
bu insanlar
sağır

Konuk Şair: Fikret Abalı

Eflatun Solmaz - Köle

  Ya salağa yatarsın. Ya nereye yatarsan yat, salaksın. Dostluklar ısınıyor içimde, transistörler gibi... Zorunlulukların ve arzuların dilek...