"Bana küsme!
Kış değilim, yaz gibiyim.
Az değilim, ayaz gibiyim, maraz biriyim.
Jazz gibi biraz ama saz gibiyim.
Bazen kabül kalas biriyim, tabii ki hıyara klas biriyim.
Yedekte değil hep as biriyim, bazen yırtılmış kas gibiyim…
Bana küsme!
Tabulara mıhlanana hilti misali duygu döven bi cihaz gibiyim,
yanan haz gibiyim, hiç sıkılmadığın bir vaaz gibiyim.
İtiraz gibiyim, miras gibiyim, gençken tutamadığın yas gibiyim,
çocuğun gülüşüne paspas gibiyim, olmazlara kumpas gibiyim…"
Tdk’ye virüs mü girdi?
Bu nasıl "düşünce", bu nasıl sözlük?
düşünce "Uzay ve zamanın ötesinde, öznenin dışında, kendiliğinden var olan, duyularla değil, yalnızca ruhen algılanabilen asıl gerçeklik" imiş.
Hangi ortaçağ sözlüğünden çıkarıp koymuşlar acaba?
Elimde Tdk'nin önceki tanımı da var:
"düşünce,
* Düşünme sonucu varılan, düşünmenin ürünü olan görüş, mütalâa, fikir, mülâhaza, ide.
* Dış dünyanın insan zihnine yansıması.
* Tasa, kaygı, sıkıntı.
* Niyet, tasarı.
* İlke, yönetici sav."
Önceki tanım yerine yukarıda zırvanın konmasını nasıl açıklayacağız? Tdk’ye virüs mü girdi?
2018 Notu:
Şimdi "düşünce maddesini arattığımda" yukarıdaki saçmalığın kaldırılmış olduğunu gördüm.Demek ki virüs temizlenmiş.
düşünce "Uzay ve zamanın ötesinde, öznenin dışında, kendiliğinden var olan, duyularla değil, yalnızca ruhen algılanabilen asıl gerçeklik" imiş.
Hangi ortaçağ sözlüğünden çıkarıp koymuşlar acaba?
Elimde Tdk'nin önceki tanımı da var:
"düşünce,
* Düşünme sonucu varılan, düşünmenin ürünü olan görüş, mütalâa, fikir, mülâhaza, ide.
* Dış dünyanın insan zihnine yansıması.
* Tasa, kaygı, sıkıntı.
* Niyet, tasarı.
* İlke, yönetici sav."
Önceki tanım yerine yukarıda zırvanın konmasını nasıl açıklayacağız? Tdk’ye virüs mü girdi?
2018 Notu:
Şimdi "düşünce maddesini arattığımda" yukarıdaki saçmalığın kaldırılmış olduğunu gördüm.Demek ki virüs temizlenmiş.
Felix Marti-Ibanez - Felsefe Öyküleri
Küçük, kapsamı dar bir felsefe tarihi diyebiliriz. Filozofların öyküleştirilmiş yaşantılarını ve biraz da düşüncelerini okuyacaksınız.
“Sekiz denemenin her birinde -bunlar girişten öte gerçekten de üstü nimpflerle bezeli perdeyi kaldıran ipler- felsefe tarihindeki parlak bir kişiliği sunmaya çalıştım. Bana göre Şu ya da bu biçimde insanın düşünce tarihini en çok etkilemiş kişiler seçerek her birinde gerçekten insan olan yönü vurgulamaya uğraştım.” s.283
Felsefe hayatın içindedir. Onu göklerde, ulaşılması zor yerlerde aradık mı yaşamsal bir aracımızı yitirmiş oluruz. Filozoflar da böyle; insanüstü varlıklar değiller. Ibanez, “Felsefe Öyküleri”yle konu edindiği filozofları, güzel anlatımıyla, dokunabileceğiniz kadar yakınınıza getiriyor.
“Denemelerim Apolloncu Yunan fizikçi Agrigentumlu Empedokles'i; Mayorkalı mistik, "Miramar'ın Çılgın Ağustosböceği" Raymond Lully'i; loş Bruges kanallarını seyrederken karısının konuşmalarında ördüğü dantellerden daha ince bir felsefe dokuyan Valencia'lı hümanist Jean Luis Vives'i; düşündüğü için olan kibar Fransız gentilhomme Rene Descartes'ı; "Hendekli Şatoda Oturan Centilmen", yazıları kadar arkadaşlarıyla da ünlü olan İngiliz John Locke'u;. Küçük Alman kasabası Königsberg'de inzivaya çekilip bütün insanlığın dostu olan ve tek isteği "yıldızlı gökler üstümde, ahlak yasası da içimde olsun" olan Alman filozof Immanuel Kant'ı ve bu denemenin konusu Wilhelm Dilthey'i içeriyor. Sonuncusu için denemelerimin sehpasına bütünüyle yirminci yüzyıla ait bir sulu boya imge olan İspanyol Jose Ortega y Gasset'i yerleştireceğim. Seçimim çok özenle yapılmıştır. Seçtiğim kişilerin kimisi çok iyi bilinmekte, kimisi de bilinmemektedir; ama her biri yalnızca büyük bir filozof değil, erdemleri ve hataları, sefaleti ve ihtişamıyla çağının temsilcisidir de. Bir damla deniz suyunun okyanusun bütün öğelerini içermesi gibi, bu insanların her biri de felsefe tarihinin özünü içerir.” s.284
İsmi geçenlerin dışında felsefenin öyküsüne bir şekilde giren başka isimlerle de karşılaşacaksınız. Akıcı biçemiyle severek okuyabileceğiniz bir felsefe kitabı.
Çeviren: Hamide Koyukan
İmge Kitabevi
“Sekiz denemenin her birinde -bunlar girişten öte gerçekten de üstü nimpflerle bezeli perdeyi kaldıran ipler- felsefe tarihindeki parlak bir kişiliği sunmaya çalıştım. Bana göre Şu ya da bu biçimde insanın düşünce tarihini en çok etkilemiş kişiler seçerek her birinde gerçekten insan olan yönü vurgulamaya uğraştım.” s.283
Felsefe hayatın içindedir. Onu göklerde, ulaşılması zor yerlerde aradık mı yaşamsal bir aracımızı yitirmiş oluruz. Filozoflar da böyle; insanüstü varlıklar değiller. Ibanez, “Felsefe Öyküleri”yle konu edindiği filozofları, güzel anlatımıyla, dokunabileceğiniz kadar yakınınıza getiriyor.
“Denemelerim Apolloncu Yunan fizikçi Agrigentumlu Empedokles'i; Mayorkalı mistik, "Miramar'ın Çılgın Ağustosböceği" Raymond Lully'i; loş Bruges kanallarını seyrederken karısının konuşmalarında ördüğü dantellerden daha ince bir felsefe dokuyan Valencia'lı hümanist Jean Luis Vives'i; düşündüğü için olan kibar Fransız gentilhomme Rene Descartes'ı; "Hendekli Şatoda Oturan Centilmen", yazıları kadar arkadaşlarıyla da ünlü olan İngiliz John Locke'u;. Küçük Alman kasabası Königsberg'de inzivaya çekilip bütün insanlığın dostu olan ve tek isteği "yıldızlı gökler üstümde, ahlak yasası da içimde olsun" olan Alman filozof Immanuel Kant'ı ve bu denemenin konusu Wilhelm Dilthey'i içeriyor. Sonuncusu için denemelerimin sehpasına bütünüyle yirminci yüzyıla ait bir sulu boya imge olan İspanyol Jose Ortega y Gasset'i yerleştireceğim. Seçimim çok özenle yapılmıştır. Seçtiğim kişilerin kimisi çok iyi bilinmekte, kimisi de bilinmemektedir; ama her biri yalnızca büyük bir filozof değil, erdemleri ve hataları, sefaleti ve ihtişamıyla çağının temsilcisidir de. Bir damla deniz suyunun okyanusun bütün öğelerini içermesi gibi, bu insanların her biri de felsefe tarihinin özünü içerir.” s.284
İsmi geçenlerin dışında felsefenin öyküsüne bir şekilde giren başka isimlerle de karşılaşacaksınız. Akıcı biçemiyle severek okuyabileceğiniz bir felsefe kitabı.
Çeviren: Hamide Koyukan
İmge Kitabevi
Sert Ünsüz 9. Sayı
"Oynaya oynaya gelin çocuklar."
Şu fanzinden birer tane kapın.
Okursanız seviniriz.
Okumazsanız ölmeyiz.
Sert Ünsüz Fanzin, 9. Sayı
okumak için tıklayın
Eski sayıları okumak isterseniz tıklayın.
Şu fanzinden birer tane kapın.
Okursanız seviniriz.
Okumazsanız ölmeyiz.
Sert Ünsüz Fanzin, 9. Sayı
okumak için tıklayın
Eski sayıları okumak isterseniz tıklayın.
Turgut Uyar - Geyikli Gece
Kamera/Kurgu/Seslendirme: Umut Tugay Temel
Müzik: Nilipek/Sakin | Hamur İşleri
Bu âlemi gören sensin - Âşık Veysel
Bu âlemi gören sensin
Yok gözünde perde senin
Haksıza yol veren sensin
Yok mu suçun burda senin
Kâinatı sen yarattın
Her şeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar attın
Cömertliğin nerde senin
Evli misin ergen misin
Eşin yoktur bir sen misin
Çarkı sema nur sen misin
Bu balkıyan nur da senin
Kilisede despot keşiş
İsa Allah'ın oğlu demiş
Meryem Ana neyin imiş
Bu işin var bir de senin
Kimden korktun da gizlendin
Çok arandın çok izlendin
Göster yüzün çok nazlandın
Yüzün mahrem ferde senin
Binbir ismin bir cismin var
Oğlun kızın ne hısmın var
Her bir irenkte resmin var
Nerde baksam orda senin
Türlü türlü dillerin var
Ne acaip hallerin var
Ne karanlık yolların var
Sırat köprün nerde senin
Âdemi sürdün bakmadın
Cennette de bırakmadın
Şeytanı niçin yakmadın
Cehennemin var da senin
Veysel neden aklın ermez
Uzun kısa dilin durmaz
Eller tutmaz gözler görmez
Bu acaip sır da senin
Yok gözünde perde senin
Haksıza yol veren sensin
Yok mu suçun burda senin
Kâinatı sen yarattın
Her şeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar attın
Cömertliğin nerde senin
Evli misin ergen misin
Eşin yoktur bir sen misin
Çarkı sema nur sen misin
Bu balkıyan nur da senin
Kilisede despot keşiş
İsa Allah'ın oğlu demiş
Meryem Ana neyin imiş
Bu işin var bir de senin
Kimden korktun da gizlendin
Çok arandın çok izlendin
Göster yüzün çok nazlandın
Yüzün mahrem ferde senin
Binbir ismin bir cismin var
Oğlun kızın ne hısmın var
Her bir irenkte resmin var
Nerde baksam orda senin
Türlü türlü dillerin var
Ne acaip hallerin var
Ne karanlık yolların var
Sırat köprün nerde senin
Âdemi sürdün bakmadın
Cennette de bırakmadın
Şeytanı niçin yakmadın
Cehennemin var da senin
Veysel neden aklın ermez
Uzun kısa dilin durmaz
Eller tutmaz gözler görmez
Bu acaip sır da senin
Leszek Kolakowski - Neden Hiçbir Şey Yok da Bir Şey Var
Kitap adını Leibniz’in sorusundan alıyor. Kitaptaki her bir bölüm bir filozofa ayrılmış. Socrates’ten başlıyor Karl Jespers’e kadar sürüyor. Yazarın da söylediği gibi bir felsefe tarihi kitabı değil. Daha çok, konu edindiği filozoflar üzerine denemeler.Yazar, önce filozofun görüşünü sunuyor, bölüm sonunda da kendi sorularını soruyor. İki örnek vereyim.
Sekstos Empeirikos’a şöyle soruyor: “Şüpheci, Şüpheci öğretiyi açıklarken kendisiyle çelişir mi? Tersine, eğer tutarlı olacaksa, sessiz kalması gerekmez mi?”
Spinoza’ya şu soruyu soruyor: “Eğer duygularımızın ve tutkularımızın nedenlerini bilirsek, bu duygular ve tutkular yok olup gider mi? Örneğin, Spinoza'nın iddia ettiği gibi, eğer kaynağını bilirsek, üzüntü yok olup gider mi?”
Sorunsuz çevirisiyle zorlanmadan okuyabileceğiniz bir kitap. Felsefe asla bizden uzak, ulaşılmaz bir yerde değildir. Felsefeye giriş diye bizi olmadık dolambaçlara sokan kitaplardan önce böyle bir kitapla felsefeye giriş yaparsanız, en azından gözünüz korkmayacaktır.
Süperpozisyon
At üstündeki ceketi
Savur bedenini
Sahnenin
Arka sokaklarına
Yüzün gözün boya
Saçın yapma
Sansürlemezlerse
Görüp görülecek
En iyi oyunculuk
Senin
Loş dünyaların
Parlayan yıldızı
Yana söne
Yol alan
Korksa da
Kaçmayan
Kaybettiği kütle kadar
Enerji saçan
Kuralı yok
Koyanı var
Uyan
Uymayan var
Soyan var
Soyunan
Perde açılıp kapandıkça
Değişen sahne
Sen aynı sen
Sıcak bir nefesle
Kalbinde neşe
Şimdilik hayattayız
Uyur, uyanırız
Biz
Birbirimize
Aynayız
Yazan: Fikret ABALI
Savur bedenini
Sahnenin
Arka sokaklarına
Yüzün gözün boya
Saçın yapma
Sansürlemezlerse
Görüp görülecek
En iyi oyunculuk
Senin
Loş dünyaların
Parlayan yıldızı
Yana söne
Yol alan
Korksa da
Kaçmayan
Kaybettiği kütle kadar
Enerji saçan
Kuralı yok
Koyanı var
Uyan
Uymayan var
Soyan var
Soyunan
Perde açılıp kapandıkça
Değişen sahne
Sen aynı sen
Sıcak bir nefesle
Kalbinde neşe
Şimdilik hayattayız
Uyur, uyanırız
Biz
Birbirimize
Aynayız
Yazan: Fikret ABALI
Maske Düşürme İktidarı
Bir despot kendi içindeki kötü niyetinin her zaman farkındadır ve bu yüzden kötü niyetli değilmiş gibi davranmak zorundadır. Ama herkesi böyle kandıramaz. İktidar sahibi olmayı arzulayan ve despotun iktidarını kabul etmeyen, kendilerini despotun rakipleri olarak gören başkaları hep vardır. Despot bunlara karşı her zaman tetiktedir, çünkü onun için potansiyel bir tehlike oluştururlar. Onların yüzündeki maskeyi yırtmak için uygun anı bekler, bu maskenin ardında kendi içinde çok iyi tanıdığı kötü niyeti bulacaktır. Bu insanların maskesini indirerek onları zararsız hale getirebilir. İşine gelirse, hayatlarını o an için bağışlayabilir, ama yeniden ‘öyle değilmiş’ gibi yapmamalarına dikkat edecektir; onların gerçek yüzünü imgeleminde açıkça korur.
Başkalarındaki, kendisinin zorlamadığı bütün dönüşümlerden nefret eder. Yararlı bulduğu insanları terfi ettirebilir ama gerçekleştirilen sosyal dönüşüm, mutlak surette ayrı olmalıdır; orada durmalı ve bütünüyle onun iktidarının altında kalmalıdır. İnsanları, ister yükseltsin ister alçaltsın, yerlerini o belirler; hiç kimse kendi başına hareket etme cüreti göstermemelidir.
Bir yönetici kendiliğinden ve denetimsiz dönüşüme karşı sürekli savaş açar. Bu savaşta kullandığı silah, dönüşümün tam zıddı olan maske düşürme işlemidir. (...)
Maskeyi düşürenin, maskenin ardında ne bulacağını kesinlikle bilmesi, bu işlemin doğasının bir kısmını oluşturur. Maskeyi düşüren bu işe, içine girdiği bütün metaforları konu dışı şeyler olarak küçük görerek, korkunç bir güvenle girişir. (...) sonunda maske düşürme bir tutku olana kadar tekrarlanabilir.
Maske düşürme sık sık uygulanırsa bütün dünya daralır. Görünümlerin zenginliği hiçbir anlam taşımamaya başlar; bütün çeşitlilikler kuşku yaratır. Ağaçlardaki bütün yapraklar aynıdır ve hepsi kuruyup toz olur; her ışık huzmesi kuşkuların gecesinde söner.
Süreçleri iktidarın işleyişini andıran bir zihinsel hastalıkla, görünümlerin maskesini indirmeye duyulan kuvvetli istek bir tür tiranlık haline gelir. Bu hastalık paranoyadır; bu hastalığın diğerlerinden ayırt edilmesinde kullanılan başka özelliklerin yanında, iki karakteristik özellik vardır; bunlardan birine psikiyatride dissimülasyon adı verilir. Bu terimi tam tanıma aynı anlamda kullandım: Paranoyaklar kendilerini olduklarından farklı göstermede o kadar beceriklilerdir ki çoğu böyle teşhis edilemez. Diğer karakteristik özellik ise düşmanların maskelerini indirmeye duyulan sürekli istektir. Paranoyak düşmanlarını bir yerde, en barışçıl ve zararsız kılıklarda bile görür. Görüntülerin arkasını görme yetisi vardır ve her görüntünün ardında tam olarak neyin bulunduğunu bilir. Her yüzün maskesini düşürür ve o zaman bulduğu şey her zaman öz olarak aynı düşmandır. Maske düşürme rutininin müptelası olmuştur ve bu konuda tam bir despot gibi davranır, ama paranoyak boşluktadır. Yer aldığını düşlediği konum ve kendisine atfettiği önem, başkaları açısından kesinlikle kurgusaldır; ama o yine de bunları, sürekli iki bağlantılı işlem olan ‘öyle değilmiş gibi yapma’ ve maske düşürmeyi uygulayarak savunur.
Maske düşürme işleminin işleyişini kesin ve geçerli bir incelemeden geçirmek, ancak gerçek bir paranoya vakası bağlamı içinde olasıdır. (...)
Elias Canetti
Kitle ve İktidar
Ayrıntı Yayınları
Sayfa 380-381
Başkalarındaki, kendisinin zorlamadığı bütün dönüşümlerden nefret eder. Yararlı bulduğu insanları terfi ettirebilir ama gerçekleştirilen sosyal dönüşüm, mutlak surette ayrı olmalıdır; orada durmalı ve bütünüyle onun iktidarının altında kalmalıdır. İnsanları, ister yükseltsin ister alçaltsın, yerlerini o belirler; hiç kimse kendi başına hareket etme cüreti göstermemelidir.
Bir yönetici kendiliğinden ve denetimsiz dönüşüme karşı sürekli savaş açar. Bu savaşta kullandığı silah, dönüşümün tam zıddı olan maske düşürme işlemidir. (...)
Maskeyi düşürenin, maskenin ardında ne bulacağını kesinlikle bilmesi, bu işlemin doğasının bir kısmını oluşturur. Maskeyi düşüren bu işe, içine girdiği bütün metaforları konu dışı şeyler olarak küçük görerek, korkunç bir güvenle girişir. (...) sonunda maske düşürme bir tutku olana kadar tekrarlanabilir.
Maske düşürme sık sık uygulanırsa bütün dünya daralır. Görünümlerin zenginliği hiçbir anlam taşımamaya başlar; bütün çeşitlilikler kuşku yaratır. Ağaçlardaki bütün yapraklar aynıdır ve hepsi kuruyup toz olur; her ışık huzmesi kuşkuların gecesinde söner.
Süreçleri iktidarın işleyişini andıran bir zihinsel hastalıkla, görünümlerin maskesini indirmeye duyulan kuvvetli istek bir tür tiranlık haline gelir. Bu hastalık paranoyadır; bu hastalığın diğerlerinden ayırt edilmesinde kullanılan başka özelliklerin yanında, iki karakteristik özellik vardır; bunlardan birine psikiyatride dissimülasyon adı verilir. Bu terimi tam tanıma aynı anlamda kullandım: Paranoyaklar kendilerini olduklarından farklı göstermede o kadar beceriklilerdir ki çoğu böyle teşhis edilemez. Diğer karakteristik özellik ise düşmanların maskelerini indirmeye duyulan sürekli istektir. Paranoyak düşmanlarını bir yerde, en barışçıl ve zararsız kılıklarda bile görür. Görüntülerin arkasını görme yetisi vardır ve her görüntünün ardında tam olarak neyin bulunduğunu bilir. Her yüzün maskesini düşürür ve o zaman bulduğu şey her zaman öz olarak aynı düşmandır. Maske düşürme rutininin müptelası olmuştur ve bu konuda tam bir despot gibi davranır, ama paranoyak boşluktadır. Yer aldığını düşlediği konum ve kendisine atfettiği önem, başkaları açısından kesinlikle kurgusaldır; ama o yine de bunları, sürekli iki bağlantılı işlem olan ‘öyle değilmiş gibi yapma’ ve maske düşürmeyi uygulayarak savunur.
Maske düşürme işleminin işleyişini kesin ve geçerli bir incelemeden geçirmek, ancak gerçek bir paranoya vakası bağlamı içinde olasıdır. (...)
Elias Canetti
Kitle ve İktidar
Ayrıntı Yayınları
Sayfa 380-381
Teslim Ol Küçük
"Yaşlı kadının öyküleri boldu. Bir defasında, 1960 ihtilali sonrası olmalı, kekeme bir kıza kurşun dökmekten dönerken, kötü evlerden baskınla toplanan kadınların bindirildiği askeri otobüse binmişti yanlışlıkla. Bedava taşıt bulmanın sevinci kursağında kalmış, soluğu bir başgediklinin karşısında almıştı. Yaşından başından utanması yolunda bir yığın azar işittikten sonra, fahişe olmadığını, tek suçunun kurşun dökmek ve belki biraz da bedavacılığı sevmek olduğunu zar zor anlatabilmişti. Bu sefer de kurşun döktüğü için yemişti zılgıtı. Unutmamalıydı ki, ihtilal biraz da böyle safsataları ortadan kaldırmak için yapılmıştı. Ama iyi bir insandı gedikli, onu ciple evine kadar bırakmıştı. Sonradan bir gün yine çıkagelmişti de, üniformasıyla kadıncağızın yüreğini hoplatmıştı. Neyse ki bütün istediği, hasta anacığına kurşun döktürmekti."
Sulhi Dölek, Teslim Ol Küçük
Sulhi Dölek, Teslim Ol Küçük
Mağara'ya Selam
Platon'un Devlet adlı kitabından...
[514a] “Ve şimdi,” diye sözüme devam ettim, “doğamızdaki (yaradılışımızdaki) eğitilmişlik ve eğitilmemişlik hali arasındaki farkı aşağıdaki olaylara bakarak benzetme (eğretileme) halinde kavramaya çalış. İnsanları yerin altındaki, mağaraya benzer bir mekânın içinde kafanda ve gözündecanlandır; bu mekânın, ışığın geldiği yönde, mağaranın kendisi kadar geniş bir ağzı (girişi) bulunmaktadır. Bu mağaranın içinde insanlar, çocukluktan itibaren orada yaşamak mecburiyetinde kalmış ve sadece karşılarına (ön tarafa) bakabilecekleri, ama zincirlerden ötürü başlarını (sağa sola) çeviremeyecekleri şekilde boyunlarından ve bacaklarından zincirlenmiş halde yaşamaktadırlar; çok uzaklardan, arkalarından ve yüksekten bir ateşin ışığı parlamaktadır; bu ışık ve zincirlenmiş insanların arasında, bir yol yukarılara gitmektedir; bu yolun üzerinde, tıpkı kukla oynatanların seyircinin önüne çekmiş oldukları ve üzerindeki sahnede sanatlarını icra ettikleri tahta perdeye benzeyen alçak bir duvar düşün.”
“Kafamda canlandırabiliyorum,” dedi Glaukon.
“Bu duvarda, bunu da canlandırmaya çalış, insanlar (uçları duvar hizasından taşan) çeşitli araç gereci, insanların ve başka yaratıkların tahtadan ve taştan heykellerini, kısaca sanat yoluyla (yapay yoldan) imal edilmiş her şeyi taşıyarak geçsinler ve (duvarın arkasından yürüyüp giderken) yer yer konuşup, yer yer suskun olsunlar.”
“Sözünü ettiğin benzetme ve şu zincirlenmiş olanlar çok ilginç.”
“Bizlere benziyorlar! Çünkü başlangıçta ateşin (ışığının) karşılarındaki duvara yansıttığı kendi gölgelerinden ve öteki şeylerin gölgelerinden başka bir şey görmüyorlar, anlıyor musun?”
“Elbette, vücutlarını ömür boyu hareketsiz tutmaya mecbur olduklarına göre!”
“Aynı şey (arkalarında kalan alçak duvarın arkasında) taşınan araç gereç için de geçerlidir, öyle değil mi?”
“(Bu zincirlenmiş insanlar) kendi aralarında konuşabilecek olsalar, gördükleri gölgelerden söz ederken, gerçek (hakiki) nesnelerden söz ettiklerini sanacaklardır, öyle değil mi?”
“Mecburen!”
“Şimdi bu hapishanede (mağarada) karşılarındaki arka duvardan bir ses yankısı olsa, (arkalarında kalan) duvarın arkasından geçenlerden biri bir şeyler söylese, (zincirlenmiş olanlar) bu sesin önlerindeki duvara yansımış gölgelerden başka bir yerden gelmemiş olacağını düşünmezler mi?”
“Aynen öyle yaparlar Zeus aşkına!”
“Sonuç olarak: Bu insanlar o araç gerecin gölgelerinden başka hiçbir şeyi gerçek (sahici) yerine koymayacaklardır.”
“Zorunlu olarak.”
“Şimdi artık nasıl olmuş olursa olsun, bu insanların zincirlerden ve olup biteni anlamama durumundan kurtulup esenliğe çıktıklarını ve şu söyleyeceklerimin olup olmayacağını bir düşün. Aralarından birinin zincirleri çözülüp hemen ayağa kalkmaya ve başını sağa sola çevirmeye, yürüyüp ışığa bakmaya mecbur tutulduğunu; bütün bunları yaparken, daha önce gölgelerine bakmak durumunda kaldığı nesnelere, bunların ışığı yansıtıp göz kamaştırmaları yüzünden bakamadığını düşün –daha önce sadece boş şeyler görmüş olduğu, şimdi ise oluş’a daha yakın durduğu ve gerçek (sahici) nesnelere yöneldiği için daha doğru (hatasız) gördüğü kendisine söylenecek olsa ne yapar sanıyorsun? (Daha önce arkasında kalmış alçak duvarın arkasından geçen) her bir kişi için dikkati çekilerek bunların ne olduğu sorusuna cevap vermeye zorlansa? Şaşkınlığa uğrayıp daha önce gördüklerinin şimdi kendisine gösterilenden daha gerçek (sahici) olduğunu düşünmeyecek midir?”
“Kesinlikle.”
“Peki, onu ışığa bakmaya zorlasalar gözleri acıyacak ve bakması gerekene şöyle kaçamak bir şekilde bir göz atacaktır; bu gördüğünün, ona son gösterilenden daha açık seçik (belirgin) olduğunu düşünecektir, öyle değil mi?”
“Öyle!”
“Peki onu,” diye sormaya devam ettim, “bulunduğu yerden zorla çekip alsalar, güneşin ışığını görene kadar bırakmadan zahmetli ve dik yokuştan yukarı çıkarsalar bu sürüklenmeye karşı acı duyup isteksiz olmayacak mıdır? Ve güneş ışığına çıktığında, gözleri ışığın parlaklığından iyice kamaşmış halde, bundan böyle hakiki diye ona göstermeye çalıştıkları şeylerden tek birini bile fark edemeyecektir, öyle değil mi?”
“En azından hemen!”
“Mağaranın dışındaki (üst) dünyayı incelemesi gerekiyorsa, önce (gözlerinin ışığa) alışması gerekir diye düşünüyorum; başlangıçta en rahat fark ettiği şeyler gölgeler olacaktır, ardından insanların ve öteki nesnelerin sudaki yansılarını. Sonra da onların kendilerini; bunun ardından gündüzleri güneşi ve ışığını değil de özellikle geceleyin gökteki nesneleri çok daha kolay inceleyebilecek, yıldızların ve ayın ışığına başını kaldırıp bakabilecektir.”
“Elbette!”
“Ancak en son, güneşi, o da sudaki ya da başka bir cisimdeki yansımasıyla değil de, gökteki yerinde görüp varlığını (özünü) fark edecektir.”
“Mecburen!”
“Ardından akıl yürütme yoluyla mevsimleri ve yılları yaratanın ve dünyada görünebilen her şeyi yönetenin ve bir şekilde gördüğü her şeyin ilk nedeninin güneş olduğunu anlayacaktır.”
“Elbette, buraya kadar getirecektir akıl yürütmeyi!”
“Şimdi devam edelim. Şimdi kalkıp da biri ona ilk ikametgâhını, o zamanki bilgilerini ve onunla birlikte tutsak edilmiş olanları hatırlatacak olsa, yerini değiştirmiş olduğundan ötürü bunu mutlulukla karşılayıp ötekilere üzülmeyecek mi?”
“Hem de çok!”
“Bir zamanlar kendi aralarında, önlerinden geçen nesneleri (gölgeleri) en net görmüş, nesnelerin hangisinin ötekilerden önce, hangilerinin daha sonra, hangilerinin de birlikte geçip gittiğini en iyi fark etmiş ve bunları kafasına en kesin şekilde kaydetmiş, bu bakımdan da gelecekte ne olacağına akıl yürütme ile karar verebilecek olanlara onurlu mevkiler ayırmış ve aralarında ödüller koymuş olsunlar, bu adam o eski yerdekilere özel bir özlem duyup onların arasında onurlu bir mevkiye sahip olan, iktidarlı ve kudretli kimseleri kıskanır mı, yoksa o Homeros’un dediği gibi, ‘Kırsalda yoksul bir adamın yanında, ücretle iş yapmaya mı can atacaktır?’ O geçmişteki boş düşünceleri taşımak ve o eski tarzda yaşamak yerine her şeye katlanmayı mı yeğleyecektir?”
“Bence, o (mağarada) yaşamaktansa, her şeye katlanacaktır.”
“O zaman şunu da bir düşün: Böyle biri tekrar geri dönüp oraya inse ve yerine otursa, az önce güneşli yerden geldiği için gözleri karanlıkla dolmayacak mıdır?”
“Hem de nasıl!”
“Ve aşağıda, hâlâ zincirli olanlarla, kendi gözleri henüz karanlığa alışmadan gölgelerin birbirinden ayırt edilmesi konusunda iddialara girişse –biliyorsun karanlığa alışma süresi pek o kadar kısa değildir– kendisine gülüp yukarıda gözleri yozlaşarak geri döndüğünü ileri sürerek onunla alay etmeyecekler mi? Dolayısıyla da tırmanmayı göze almaya değmeyeceğini söylemeyecekler mi? Ve (bu kişi) kalkıp ötekileri zincirlerinden kurtarmaya ve yukarıya çıkarmaya çalışacak olursa onu ellerine geçirdiklerinde öldürmeye bile kalkmayacaklar mıdır?”
“Eminim öyle yapacaklardır.”
[514a] “Ve şimdi,” diye sözüme devam ettim, “doğamızdaki (yaradılışımızdaki) eğitilmişlik ve eğitilmemişlik hali arasındaki farkı aşağıdaki olaylara bakarak benzetme (eğretileme) halinde kavramaya çalış. İnsanları yerin altındaki, mağaraya benzer bir mekânın içinde kafanda ve gözündecanlandır; bu mekânın, ışığın geldiği yönde, mağaranın kendisi kadar geniş bir ağzı (girişi) bulunmaktadır. Bu mağaranın içinde insanlar, çocukluktan itibaren orada yaşamak mecburiyetinde kalmış ve sadece karşılarına (ön tarafa) bakabilecekleri, ama zincirlerden ötürü başlarını (sağa sola) çeviremeyecekleri şekilde boyunlarından ve bacaklarından zincirlenmiş halde yaşamaktadırlar; çok uzaklardan, arkalarından ve yüksekten bir ateşin ışığı parlamaktadır; bu ışık ve zincirlenmiş insanların arasında, bir yol yukarılara gitmektedir; bu yolun üzerinde, tıpkı kukla oynatanların seyircinin önüne çekmiş oldukları ve üzerindeki sahnede sanatlarını icra ettikleri tahta perdeye benzeyen alçak bir duvar düşün.”
“Kafamda canlandırabiliyorum,” dedi Glaukon.
“Bu duvarda, bunu da canlandırmaya çalış, insanlar (uçları duvar hizasından taşan) çeşitli araç gereci, insanların ve başka yaratıkların tahtadan ve taştan heykellerini, kısaca sanat yoluyla (yapay yoldan) imal edilmiş her şeyi taşıyarak geçsinler ve (duvarın arkasından yürüyüp giderken) yer yer konuşup, yer yer suskun olsunlar.”
“Sözünü ettiğin benzetme ve şu zincirlenmiş olanlar çok ilginç.”
“Bizlere benziyorlar! Çünkü başlangıçta ateşin (ışığının) karşılarındaki duvara yansıttığı kendi gölgelerinden ve öteki şeylerin gölgelerinden başka bir şey görmüyorlar, anlıyor musun?”
“Elbette, vücutlarını ömür boyu hareketsiz tutmaya mecbur olduklarına göre!”
“Aynı şey (arkalarında kalan alçak duvarın arkasında) taşınan araç gereç için de geçerlidir, öyle değil mi?”
“(Bu zincirlenmiş insanlar) kendi aralarında konuşabilecek olsalar, gördükleri gölgelerden söz ederken, gerçek (hakiki) nesnelerden söz ettiklerini sanacaklardır, öyle değil mi?”
“Mecburen!”
“Şimdi bu hapishanede (mağarada) karşılarındaki arka duvardan bir ses yankısı olsa, (arkalarında kalan) duvarın arkasından geçenlerden biri bir şeyler söylese, (zincirlenmiş olanlar) bu sesin önlerindeki duvara yansımış gölgelerden başka bir yerden gelmemiş olacağını düşünmezler mi?”
“Aynen öyle yaparlar Zeus aşkına!”
“Sonuç olarak: Bu insanlar o araç gerecin gölgelerinden başka hiçbir şeyi gerçek (sahici) yerine koymayacaklardır.”
“Zorunlu olarak.”
“Şimdi artık nasıl olmuş olursa olsun, bu insanların zincirlerden ve olup biteni anlamama durumundan kurtulup esenliğe çıktıklarını ve şu söyleyeceklerimin olup olmayacağını bir düşün. Aralarından birinin zincirleri çözülüp hemen ayağa kalkmaya ve başını sağa sola çevirmeye, yürüyüp ışığa bakmaya mecbur tutulduğunu; bütün bunları yaparken, daha önce gölgelerine bakmak durumunda kaldığı nesnelere, bunların ışığı yansıtıp göz kamaştırmaları yüzünden bakamadığını düşün –daha önce sadece boş şeyler görmüş olduğu, şimdi ise oluş’a daha yakın durduğu ve gerçek (sahici) nesnelere yöneldiği için daha doğru (hatasız) gördüğü kendisine söylenecek olsa ne yapar sanıyorsun? (Daha önce arkasında kalmış alçak duvarın arkasından geçen) her bir kişi için dikkati çekilerek bunların ne olduğu sorusuna cevap vermeye zorlansa? Şaşkınlığa uğrayıp daha önce gördüklerinin şimdi kendisine gösterilenden daha gerçek (sahici) olduğunu düşünmeyecek midir?”
“Kesinlikle.”
“Peki, onu ışığa bakmaya zorlasalar gözleri acıyacak ve bakması gerekene şöyle kaçamak bir şekilde bir göz atacaktır; bu gördüğünün, ona son gösterilenden daha açık seçik (belirgin) olduğunu düşünecektir, öyle değil mi?”
“Öyle!”
“Peki onu,” diye sormaya devam ettim, “bulunduğu yerden zorla çekip alsalar, güneşin ışığını görene kadar bırakmadan zahmetli ve dik yokuştan yukarı çıkarsalar bu sürüklenmeye karşı acı duyup isteksiz olmayacak mıdır? Ve güneş ışığına çıktığında, gözleri ışığın parlaklığından iyice kamaşmış halde, bundan böyle hakiki diye ona göstermeye çalıştıkları şeylerden tek birini bile fark edemeyecektir, öyle değil mi?”
“En azından hemen!”
“Mağaranın dışındaki (üst) dünyayı incelemesi gerekiyorsa, önce (gözlerinin ışığa) alışması gerekir diye düşünüyorum; başlangıçta en rahat fark ettiği şeyler gölgeler olacaktır, ardından insanların ve öteki nesnelerin sudaki yansılarını. Sonra da onların kendilerini; bunun ardından gündüzleri güneşi ve ışığını değil de özellikle geceleyin gökteki nesneleri çok daha kolay inceleyebilecek, yıldızların ve ayın ışığına başını kaldırıp bakabilecektir.”
“Elbette!”
“Ancak en son, güneşi, o da sudaki ya da başka bir cisimdeki yansımasıyla değil de, gökteki yerinde görüp varlığını (özünü) fark edecektir.”
“Mecburen!”
“Ardından akıl yürütme yoluyla mevsimleri ve yılları yaratanın ve dünyada görünebilen her şeyi yönetenin ve bir şekilde gördüğü her şeyin ilk nedeninin güneş olduğunu anlayacaktır.”
“Elbette, buraya kadar getirecektir akıl yürütmeyi!”
“Şimdi devam edelim. Şimdi kalkıp da biri ona ilk ikametgâhını, o zamanki bilgilerini ve onunla birlikte tutsak edilmiş olanları hatırlatacak olsa, yerini değiştirmiş olduğundan ötürü bunu mutlulukla karşılayıp ötekilere üzülmeyecek mi?”
“Hem de çok!”
“Bir zamanlar kendi aralarında, önlerinden geçen nesneleri (gölgeleri) en net görmüş, nesnelerin hangisinin ötekilerden önce, hangilerinin daha sonra, hangilerinin de birlikte geçip gittiğini en iyi fark etmiş ve bunları kafasına en kesin şekilde kaydetmiş, bu bakımdan da gelecekte ne olacağına akıl yürütme ile karar verebilecek olanlara onurlu mevkiler ayırmış ve aralarında ödüller koymuş olsunlar, bu adam o eski yerdekilere özel bir özlem duyup onların arasında onurlu bir mevkiye sahip olan, iktidarlı ve kudretli kimseleri kıskanır mı, yoksa o Homeros’un dediği gibi, ‘Kırsalda yoksul bir adamın yanında, ücretle iş yapmaya mı can atacaktır?’ O geçmişteki boş düşünceleri taşımak ve o eski tarzda yaşamak yerine her şeye katlanmayı mı yeğleyecektir?”
“Bence, o (mağarada) yaşamaktansa, her şeye katlanacaktır.”
“O zaman şunu da bir düşün: Böyle biri tekrar geri dönüp oraya inse ve yerine otursa, az önce güneşli yerden geldiği için gözleri karanlıkla dolmayacak mıdır?”
“Hem de nasıl!”
“Ve aşağıda, hâlâ zincirli olanlarla, kendi gözleri henüz karanlığa alışmadan gölgelerin birbirinden ayırt edilmesi konusunda iddialara girişse –biliyorsun karanlığa alışma süresi pek o kadar kısa değildir– kendisine gülüp yukarıda gözleri yozlaşarak geri döndüğünü ileri sürerek onunla alay etmeyecekler mi? Dolayısıyla da tırmanmayı göze almaya değmeyeceğini söylemeyecekler mi? Ve (bu kişi) kalkıp ötekileri zincirlerinden kurtarmaya ve yukarıya çıkarmaya çalışacak olursa onu ellerine geçirdiklerinde öldürmeye bile kalkmayacaklar mıdır?”
“Eminim öyle yapacaklardır.”
Fransız Teğmenin Kadını
“On dokuzuncu yüzyılda karşımıza neler çıkıyor? Kadının kutsal olduğu bir çağ; on üç yaşında bir kızı birkaç pounda satın alabilirsiniz -sadece birkaç saatliğine istiyorsanız üç-beş şilin yeterliydi. Ülke tarihi boyunca en çok kilisenin yapıldığı; Londra’daki her altmış evden birinin genelev olduğu bir çağ (şimdi altı binde bir filan). Evliliğin kutsallığı (ve evlilik öncesi iffet) her yerde yazılıp söylenirken, veliaht başta, devlet büyüklerinin hiç bu kadar kepaze bir özel hayatı olduğu görülmemişti. Ceza yasası düzenli olarak insanileştiriliyordu; kamçılama cezası o kadar yaygındı ki bir Fransız ciddi ciddi, Marquist de Sade’ın İngiliz kökenli olduğunu kanıtlamaya çalışmıştı. Kadın gövdesi hiç bu kadar örtülmemişti; bütün heykeltıraşlar çıplak kadın vücudu yapma yeteneklerine göre değerlendiriliyordu. Cinselliği anlatırken öpücükten öte giden ve edebi değeri olan tek bir roman, oyun ya da şiir yazılmamışken, Dr.Bowd’ın (ölüm tarihi olan 1825. Viktorya çağı ethosunun, çağın başlangıcından çok daha önce gelişmeye başladığını gösteriyor) herkes tarafından velinimet sayıldığı, pornografik yayınların sayısının inanılmaz boyutlara ulaştığı bir çağdı bu. Dışkılama işleminden asla söz edilmezdi; ama tuvaletler o kadar ilkeldi ki -sifonlu tuvaletler yüzyılın sonlarına doğru çıktı ve 1900’lere kadar lüks sayıldı- insanın dışkıyı hatırlamadan girebildiği ev ve sokak parmakla gösteriliyordu. Kadınların orgazm olamayacağı evrensel bir gerçek olarak kabul edilmişti; yine de bütün orospulara orgazm taklidi yapmak öğretiliyordu. İnsan uğraşılarının hemen her dalında büyük bir ilerleme ve özgürleşme varken, en kişisel ve temel konularda tam bir diktatörlük hüküm sürüyordu.”
John Fowles, Fransız Teğmenin Kadını
John Fowles, Fransız Teğmenin Kadını
Ve Sokrates Zehri İçer...
Alıntı: Platon, Phaidon
Geriye bizler kaldık ve kendi aramızda, durumumuzu ve söylenmiş olan sözleri bir kez daha gözden geçirdik, sonra başımıza gelmiş olan bu uğursuzluğa verdik veriştirdik. Bundan böyle, babasını yitirmiş bir öksüz gibi yaşamımızı sürdürmek zorunda kaldığımız kanısında birleştik.
O yıkandıktan ve yanına getirilen çocuklarıyla görüştükten, - iki küçük oğlu, bir de büyük oğlu vardı - ve yakını olan kadınlarla Kriton'un yanında konuştuktan, ve onlara söyleyeceklerini söyledikten sonra kadınları ve çocuklarını yolladı, ve bizim yanımıza geldi.
Güneş batmak üzereydi. Çünkü o içerde uzunca bir süre kalmıştı. Yanımıza gelir gelmez yıkandı ve oturdu, şimdiye dek pek bir şey söylememişti. Bu sırada içeriye On Birlerin adamı girdi. Bu kişi ona yaklaştı ve dedi ki: Sokrat! Yukarıdan gelen buyruğa göre kendilerine zehri içmeleri gerektiğini bildirdiğimde bana kızıp söven kimselere içimde duymuş olduğum öfkeyi sana karşı asla duyamam. Senin ise burada karşılaştığım kimselerin en soylusu, en yücesi ve en iyisi olduğunu görüyorum ve şimdi bana kızmayacağını da pek iyi biliyorum – çünkü sen de seni buraya yollayanların kimler olduğunu pek iyi bilirsin. Kızacaksan onlara kız. Şimdi sana ne demek için geldiğimi anlamışsındır: Elveda! Artık değiştirilemeyecek olan yazgıya sıkıntı çekmeden katlanmanı dilerim. Bu sırada ağlamaya başladı, döndü ve gitti.
Sokrat ise onun arkasından bakakaldı, ve dedi ki: “Sana da elveda! Biz de üzerimize düşeni yapacağız.” Sonra bizlere dönüp dedi ki: “Bu ne kadar ince bir adam. Bana hep iyi davrandı. Benimle hoş konuştu. Çok iyi bir insan. Şimdi de ardımdan nasıl da içtenlikle ağlıyor. Haydi Kriton! Biz de ona uyalım, içecek hazırlanmış ve sıkılmışsa getirsinler, değilse hazırlansın.”
Bu sırada Kriton dedi ki: “Ama Sokrat, dışarıda dağlar görünüyor, demek ki güneş daha batmamış, hem, başkalarının bu içeceği artık içmeleri gerektiği kendilerine bildirildikten çok sonra, çok geç içtiklerini; üstelik çok iyi yemek yediklerini ve içki içtiklerini, yanlarına istek duydukları bir güzeli getirttiklerini biliyorum; onun için acele etme, daha erken.”
Bunun üzerine Sokrat dedi ki: “Senin sözünü ettiğin o başkaları tabii böyle yaparlar Kriton, çünkü onlar son ana dek bir şeyler kazanacaklarını sanırlar. Ben ise onlar gibi yapmayacağım, çünkü ben artık bir az daha geç kalmakla bir şey kazanmayı ummuyorum; yaşama yapışır ve artık elde olmayanı elde tutmaya çalışırsam kendi gözümde kendimi gülünç bulurum. Haydi bakalım, beni dinle ve dediğimi yap.”
Bunun üzerine Kriton yakınında duran oğlana eliyle bir işaret verdi ve bu oğlan dışarı çıktı ve dışarıda biraz kaldıktan sonra daha önce hazırlamış olduğu içeceği bir çanakta sunacak olan adamı içeri getirdi.
Sokrat bu adamı görünce, iyi, dedi, “bunu alınca ne yapılacağını pekâlâ bilirsin”. “Bir şey yapmak gerekmez”, dedi adam, “yalnız, bunu içtikten sonra burada bacakların ağırlaşıncaya kadar biraz dolaşırsın, sonra uzanırsın ve bu etkisini gösterir.”
Bunu söyledikten sonra Sokrat'a çanağı uzattı ve o da bunu aldı. Ve önemli bir şey değilmiş gibi, hiç eli titremeden, yüzünü ekşitmeden, renk vermeden, her zaman yaptığı gibi karşısındaki adama gözlerini dikerek sordu: “Bu ne kadar? Karşılığında ne verelim?” “Biz, yalnızca etkili olduğunu bildiğimiz kadarını hazırlıyoruz Sokrat”, diye adam cevap verdi. Anlıyorum, dedi Sokrat. “Öyleyse, şimdi bir sakıncası yoksa Tanrılara yalvarabilirim. Şimdi, şunu diliyorum: Buradan oraya yolculuk rahat olsun ve olacak olan olsun!” Bunu der demez zehri içmeye başladı ve dipdiri ve korkusuz kalarak içip bitirdi.
Çoğumuz bu ana dek ağlamamak için kendimizi tutmayı başarmıştık; ama onun o şeyi içmeye başladığını ve içip bitirdiğini görünce artık dayanamadık. Benim bile gözlerimden, damla damla değil, sel gibi yaşlar boşandı, öyle ki, yüzümü saklamak zorunda kaldım. En çok da, böyle iyi bir dostu kaybetmenin verdiği acıyla kendime acıyarak ağlıyordum. Kriton da göz yaşlarını tutamadığı için benden biraz daha önce bir köşeye çekilmişti. Daha önceden ağlamaya başlamış ve ağlaması kesilmemiş olan Apollodoros ise şimdi hıçkırıklarıyla yüreklerimizi parçalıyor, Sokrat dışında hepimizi acılara boğuyordu.
O ise dedi ki: “Burada ne yapıyorsunuz bakayım, ne biçim adamlarsınız! Kadınları bu hataya düşmesinler diye yolladım. Birisi ölürken sessiz kalmak gerektiğini hep işitirdim. Onun için şimdi susun ve metin olun.” Bu sözleri duyunca çok utandık ve hemen ağlamayı kesip kendimizi toparladık. O ise oda içinde dolaşıyordu ve bacaklarının ağırlaştığını anlayınca sırtüstü uzandı; çünkü ona zehri veren adam böyle söylemişti. Bundan sonra o adam ara sıra onun ayaklarını ve bacaklarını yoklamaya başladı. Biraz sonra ayağına sıkıca bastırıp bir şey hissedip hissetmediğini sordu. O, hayır, dedi. Biraz sonra dizine bastırdı ve yavaş yavaş yukarı doğru çıkarak bize onun nasıl soğuduğunu göstermiş oldu. Sonra bir kez daha yokladı ve bize dönüp dedi ki, “bu kalbine gelince bu iş bitecek”. Bedeninin alt bölümü iyice soğumuşken o birdenbire üzerindeki örtüyü açtı, çünkü örtünmüştü. Dedi ki, ve bunlar da onun son sözleriydi: “Ay Kriton! Bizim Asklepios'a bir horoz borcumuz vardı. Bunu ona verin. Sakın unutmayın!” – “Bu yapılacak”, dedi Kriton, “başka bir şey söylemeyecek misin?” Kriton'un bu sorusuna bir karşılık vermedi. Biraz sonra titredi ve katılıp kaldı ve adam onun üstündeki örtüyü kaldırdı. Gözleri donmuştu. Kriton bunu görünce onun gözlerini ve ağzını kapadı.
İşte, bu bizim dostumuzun sonuydu, ve bizim kanımıza göre çağdaşlarımız arasında gördüklerimizin, tanıdıklarımızın ve sınadıklarımızın en soylusu, en anlayışlısı ve en doğrusu o'ydu.
Kaynak: H. J. Störig - İlkçağ Felsefesi
Geriye bizler kaldık ve kendi aramızda, durumumuzu ve söylenmiş olan sözleri bir kez daha gözden geçirdik, sonra başımıza gelmiş olan bu uğursuzluğa verdik veriştirdik. Bundan böyle, babasını yitirmiş bir öksüz gibi yaşamımızı sürdürmek zorunda kaldığımız kanısında birleştik.
O yıkandıktan ve yanına getirilen çocuklarıyla görüştükten, - iki küçük oğlu, bir de büyük oğlu vardı - ve yakını olan kadınlarla Kriton'un yanında konuştuktan, ve onlara söyleyeceklerini söyledikten sonra kadınları ve çocuklarını yolladı, ve bizim yanımıza geldi.
Güneş batmak üzereydi. Çünkü o içerde uzunca bir süre kalmıştı. Yanımıza gelir gelmez yıkandı ve oturdu, şimdiye dek pek bir şey söylememişti. Bu sırada içeriye On Birlerin adamı girdi. Bu kişi ona yaklaştı ve dedi ki: Sokrat! Yukarıdan gelen buyruğa göre kendilerine zehri içmeleri gerektiğini bildirdiğimde bana kızıp söven kimselere içimde duymuş olduğum öfkeyi sana karşı asla duyamam. Senin ise burada karşılaştığım kimselerin en soylusu, en yücesi ve en iyisi olduğunu görüyorum ve şimdi bana kızmayacağını da pek iyi biliyorum – çünkü sen de seni buraya yollayanların kimler olduğunu pek iyi bilirsin. Kızacaksan onlara kız. Şimdi sana ne demek için geldiğimi anlamışsındır: Elveda! Artık değiştirilemeyecek olan yazgıya sıkıntı çekmeden katlanmanı dilerim. Bu sırada ağlamaya başladı, döndü ve gitti.
Sokrat ise onun arkasından bakakaldı, ve dedi ki: “Sana da elveda! Biz de üzerimize düşeni yapacağız.” Sonra bizlere dönüp dedi ki: “Bu ne kadar ince bir adam. Bana hep iyi davrandı. Benimle hoş konuştu. Çok iyi bir insan. Şimdi de ardımdan nasıl da içtenlikle ağlıyor. Haydi Kriton! Biz de ona uyalım, içecek hazırlanmış ve sıkılmışsa getirsinler, değilse hazırlansın.”
Bu sırada Kriton dedi ki: “Ama Sokrat, dışarıda dağlar görünüyor, demek ki güneş daha batmamış, hem, başkalarının bu içeceği artık içmeleri gerektiği kendilerine bildirildikten çok sonra, çok geç içtiklerini; üstelik çok iyi yemek yediklerini ve içki içtiklerini, yanlarına istek duydukları bir güzeli getirttiklerini biliyorum; onun için acele etme, daha erken.”
Bunun üzerine Sokrat dedi ki: “Senin sözünü ettiğin o başkaları tabii böyle yaparlar Kriton, çünkü onlar son ana dek bir şeyler kazanacaklarını sanırlar. Ben ise onlar gibi yapmayacağım, çünkü ben artık bir az daha geç kalmakla bir şey kazanmayı ummuyorum; yaşama yapışır ve artık elde olmayanı elde tutmaya çalışırsam kendi gözümde kendimi gülünç bulurum. Haydi bakalım, beni dinle ve dediğimi yap.”
Bunun üzerine Kriton yakınında duran oğlana eliyle bir işaret verdi ve bu oğlan dışarı çıktı ve dışarıda biraz kaldıktan sonra daha önce hazırlamış olduğu içeceği bir çanakta sunacak olan adamı içeri getirdi.
Sokrat bu adamı görünce, iyi, dedi, “bunu alınca ne yapılacağını pekâlâ bilirsin”. “Bir şey yapmak gerekmez”, dedi adam, “yalnız, bunu içtikten sonra burada bacakların ağırlaşıncaya kadar biraz dolaşırsın, sonra uzanırsın ve bu etkisini gösterir.”
Bunu söyledikten sonra Sokrat'a çanağı uzattı ve o da bunu aldı. Ve önemli bir şey değilmiş gibi, hiç eli titremeden, yüzünü ekşitmeden, renk vermeden, her zaman yaptığı gibi karşısındaki adama gözlerini dikerek sordu: “Bu ne kadar? Karşılığında ne verelim?” “Biz, yalnızca etkili olduğunu bildiğimiz kadarını hazırlıyoruz Sokrat”, diye adam cevap verdi. Anlıyorum, dedi Sokrat. “Öyleyse, şimdi bir sakıncası yoksa Tanrılara yalvarabilirim. Şimdi, şunu diliyorum: Buradan oraya yolculuk rahat olsun ve olacak olan olsun!” Bunu der demez zehri içmeye başladı ve dipdiri ve korkusuz kalarak içip bitirdi.
Çoğumuz bu ana dek ağlamamak için kendimizi tutmayı başarmıştık; ama onun o şeyi içmeye başladığını ve içip bitirdiğini görünce artık dayanamadık. Benim bile gözlerimden, damla damla değil, sel gibi yaşlar boşandı, öyle ki, yüzümü saklamak zorunda kaldım. En çok da, böyle iyi bir dostu kaybetmenin verdiği acıyla kendime acıyarak ağlıyordum. Kriton da göz yaşlarını tutamadığı için benden biraz daha önce bir köşeye çekilmişti. Daha önceden ağlamaya başlamış ve ağlaması kesilmemiş olan Apollodoros ise şimdi hıçkırıklarıyla yüreklerimizi parçalıyor, Sokrat dışında hepimizi acılara boğuyordu.
O ise dedi ki: “Burada ne yapıyorsunuz bakayım, ne biçim adamlarsınız! Kadınları bu hataya düşmesinler diye yolladım. Birisi ölürken sessiz kalmak gerektiğini hep işitirdim. Onun için şimdi susun ve metin olun.” Bu sözleri duyunca çok utandık ve hemen ağlamayı kesip kendimizi toparladık. O ise oda içinde dolaşıyordu ve bacaklarının ağırlaştığını anlayınca sırtüstü uzandı; çünkü ona zehri veren adam böyle söylemişti. Bundan sonra o adam ara sıra onun ayaklarını ve bacaklarını yoklamaya başladı. Biraz sonra ayağına sıkıca bastırıp bir şey hissedip hissetmediğini sordu. O, hayır, dedi. Biraz sonra dizine bastırdı ve yavaş yavaş yukarı doğru çıkarak bize onun nasıl soğuduğunu göstermiş oldu. Sonra bir kez daha yokladı ve bize dönüp dedi ki, “bu kalbine gelince bu iş bitecek”. Bedeninin alt bölümü iyice soğumuşken o birdenbire üzerindeki örtüyü açtı, çünkü örtünmüştü. Dedi ki, ve bunlar da onun son sözleriydi: “Ay Kriton! Bizim Asklepios'a bir horoz borcumuz vardı. Bunu ona verin. Sakın unutmayın!” – “Bu yapılacak”, dedi Kriton, “başka bir şey söylemeyecek misin?” Kriton'un bu sorusuna bir karşılık vermedi. Biraz sonra titredi ve katılıp kaldı ve adam onun üstündeki örtüyü kaldırdı. Gözleri donmuştu. Kriton bunu görünce onun gözlerini ve ağzını kapadı.
İşte, bu bizim dostumuzun sonuydu, ve bizim kanımıza göre çağdaşlarımız arasında gördüklerimizin, tanıdıklarımızın ve sınadıklarımızın en soylusu, en anlayışlısı ve en doğrusu o'ydu.
Kaynak: H. J. Störig - İlkçağ Felsefesi
Diyalektiğin Dansı
“Diyalektiğin işaret ettiği temel sorunu Marx çok net bir şekilde Roma mitolojisindeki Cacus’tan örnek vererek anlatır. Yarı insan, yarı canavar olan Cacus hayatını mağarada sürdürür, sadece geceleri o da öküz çalmak için dışarı çıkardı. Öküzleri çaldığını kimse anlamasın diye de onları başlarından itip geriye doğru sürükleyerek mağarasına götürürdü ki herkes öküzlerin ayak izlerine bakıp onların aslında mağaradan dışarıya doğru kaçtıklarını sansın. Köylüler her sabah kalkıp da öküzlerini yerlerinde bulamadıklarında Cacus’u suçlamaz, ayak izlerinin gittiği yere bakarak öküzlerin Cacus’un mağarasından çıkıp kırda kaybolduklarını sanırlardı.
Eğer öküzlerini kaybeden bu köylüler bugün herhangi bir Amerikan üniversitesinde metodoloji dersi alsalardı ne olup bittiğini anlamak için önce ayak izlerini dikkatli bir şekilde sayar, sonra her birinin boyunu ölçer ve elde edilen sonuçları bilgisayara yüklerlerdi. Ulaştıkları sonuç tüm bu meşakkatli sürecin ardından yine değişmeyecekti ama: öküzler kırda kayboldu.”
Bertell Ollman, Diyalektiğin Dansı
Eğer öküzlerini kaybeden bu köylüler bugün herhangi bir Amerikan üniversitesinde metodoloji dersi alsalardı ne olup bittiğini anlamak için önce ayak izlerini dikkatli bir şekilde sayar, sonra her birinin boyunu ölçer ve elde edilen sonuçları bilgisayara yüklerlerdi. Ulaştıkları sonuç tüm bu meşakkatli sürecin ardından yine değişmeyecekti ama: öküzler kırda kayboldu.”
Bertell Ollman, Diyalektiğin Dansı
Canevi
Can olur,
Günü gelir,gider.
Ömürdür,
Törpüsü bitmez ise,
Günü gelir,
Gelir.
Can böyledir,
İsteyince gider,
İsteyince gelir,
Özgürdür kıssadan,
Aynıdır cigarası,
Aynıdır fiyakası,
Şarabı, sofrası, şarkısı.
Kıssadan gökyüzü,
Mesafeler dert olsa idi,
Konuşmaz idik ölenlerimizin fotoğrafları ile,
Kıssadan hissesi,
Hiç,
Hiç ki, canlar barındırdık göğsümüzde,
Öyle işte.
20/12/16
Konuk Şair: Özgür Aydın
Günü gelir,gider.
Ömürdür,
Törpüsü bitmez ise,
Günü gelir,
Gelir.
Can böyledir,
İsteyince gider,
İsteyince gelir,
Özgürdür kıssadan,
Aynıdır cigarası,
Aynıdır fiyakası,
Şarabı, sofrası, şarkısı.
Kıssadan gökyüzü,
Mesafeler dert olsa idi,
Konuşmaz idik ölenlerimizin fotoğrafları ile,
Kıssadan hissesi,
Hiç,
Hiç ki, canlar barındırdık göğsümüzde,
Öyle işte.
20/12/16
Konuk Şair: Özgür Aydın
Vah Bion!
“Duyuyoruz ki, İskit toprağı Borysthenes’in yetiştirdiği Bion,
tanrıların gerçekte var olmadığını söylüyor. Bu görüşünden
şaşmasaydı, ‘İstediği gibi düşünür: Yanlış bir düşünce,
ama o öyle düşünüyor’ demek doğru olurdu.
Oysa şimdi uzun süren bir hastalığa yakalanıp
ölmekten korkmaya başlayınca,
bu tanrıların var olmadığını söyleyen adam,
bu tapınağa bile dönüp bakmamış olan adam,
tanrılara kurban kesen ne kadar insan varsa,
hepsini alaya alan bu adam,
ocak başlarında, sunaklarda ve masa üstlerinde
duman, yağ ve tütsülerle tanrıların burnunu
doldurmakla kalmadı, ‘Hata ettim, eski suçlarımı bağışlayın’
demekle kalmadı, tılsım için boynunu yaşlı kadına
uysalca uzattı ve kösele şeritlerle kollarını inançla bağladı;
kapının üstüne beyaz diken ve defne dalı astı,
ölmektense her türlü hizmete hazırdı. Aptal!
Çünkü tanrısal iyiliğin herhangi bir bedel karşılığı
olmasını istiyordu, sanki tanrılar Bion inandığı zaman
var olabiliyormuş gibi. Aklı başına geldi, ama boşuna:
Bu salak baştan sona kömür olunca, ellerini uzatıp
‘Selam’ dedi, ‘Selam Plüton!’”
Diogenes Laertios, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri
tanrıların gerçekte var olmadığını söylüyor. Bu görüşünden
şaşmasaydı, ‘İstediği gibi düşünür: Yanlış bir düşünce,
ama o öyle düşünüyor’ demek doğru olurdu.
Oysa şimdi uzun süren bir hastalığa yakalanıp
ölmekten korkmaya başlayınca,
bu tanrıların var olmadığını söyleyen adam,
bu tapınağa bile dönüp bakmamış olan adam,
tanrılara kurban kesen ne kadar insan varsa,
hepsini alaya alan bu adam,
ocak başlarında, sunaklarda ve masa üstlerinde
duman, yağ ve tütsülerle tanrıların burnunu
doldurmakla kalmadı, ‘Hata ettim, eski suçlarımı bağışlayın’
demekle kalmadı, tılsım için boynunu yaşlı kadına
uysalca uzattı ve kösele şeritlerle kollarını inançla bağladı;
kapının üstüne beyaz diken ve defne dalı astı,
ölmektense her türlü hizmete hazırdı. Aptal!
Çünkü tanrısal iyiliğin herhangi bir bedel karşılığı
olmasını istiyordu, sanki tanrılar Bion inandığı zaman
var olabiliyormuş gibi. Aklı başına geldi, ama boşuna:
Bu salak baştan sona kömür olunca, ellerini uzatıp
‘Selam’ dedi, ‘Selam Plüton!’”
Diogenes Laertios, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri
Dedi 006
Ağzından çıkan her sözcük, toprağa ekilmiş tohum.
Büyüyecekler, büyüyecekler, sana karşı gelecekler.
Büyüyecekler, büyüyecekler, sana karşı gelecekler.
Dört Harf, İki Hece
Bakıyorum çevreme göremiyorum.
Kör noktada değilse ölüm, benden uzak.
Olasıdır ki arkadan saldıracak.
On sekizinde kucağında can veren çocuğuna ağlayan annenin fotoğrafı yok. Ben biliyorum. Dramatik hale getirmek derdinde değilim. Bir insanın iflas etmiş bedenini daha çok acı çeksin diye neden sürükleyeyim? Yeniden yaratmaktır işim. Ölümün aldıklarına yeniden hayat vermek isterim. Beklenmedik bir anda çalan telefonda, dört harflik bir açıklamadır; "öldü". Geriye artık anlamsız bir yığın haline gelen bedenden kurtulmak kalır.
Ölümün tadı, başkasının ölümüdür.
Neyse…
Söz bitsin saz başlasın
Hayat devam ediyor.
Kör noktada değilse ölüm, benden uzak.
Olasıdır ki arkadan saldıracak.
On sekizinde kucağında can veren çocuğuna ağlayan annenin fotoğrafı yok. Ben biliyorum. Dramatik hale getirmek derdinde değilim. Bir insanın iflas etmiş bedenini daha çok acı çeksin diye neden sürükleyeyim? Yeniden yaratmaktır işim. Ölümün aldıklarına yeniden hayat vermek isterim. Beklenmedik bir anda çalan telefonda, dört harflik bir açıklamadır; "öldü". Geriye artık anlamsız bir yığın haline gelen bedenden kurtulmak kalır.
Ölümün tadı, başkasının ölümüdür.
Neyse…
Söz bitsin saz başlasın
Hayat devam ediyor.
Silahlı
— …işte muzaffer gücün tecavüzü, yazılı olmayan yasalardandır.
— Peki, tecavüzü fethetmeden önce mi sonra mı yapıyoruz?
— Ulan salak! Girmediğin yere neyini sokacaksın? (Tüfeği gösterir) Bunun için karınız derler ama doğru değildir. Bu, y***ğınızdır. Unutamazsınız, kaybedemezsiniz, gerektiğinde kullanırsınız. Savaşa karınızı değil y***ğınızı götürürsünüz. Kaldırır ve boşaltırsınız. Bunu sokamadığınız yere küçüğünü de sokamazsınız.
— Peki, tecavüzü fethetmeden önce mi sonra mı yapıyoruz?
— Ulan salak! Girmediğin yere neyini sokacaksın? (Tüfeği gösterir) Bunun için karınız derler ama doğru değildir. Bu, y***ğınızdır. Unutamazsınız, kaybedemezsiniz, gerektiğinde kullanırsınız. Savaşa karınızı değil y***ğınızı götürürsünüz. Kaldırır ve boşaltırsınız. Bunu sokamadığınız yere küçüğünü de sokamazsınız.
Dahası
— Gelin, gelin bulduk onu.
Bir köşeye sinmiş adam, huysuz tavırlarla etrafına bakıyordu. Bakışları hiçbir yerde uzun süre odaklanamıyordu. Korkmamasını söyledik, koluna girdik. Çok zor olmadı.
— Nereye gidiyoruz?
— Yine dışarı çıkmışsın. Geri götürüyoruz.
Adam yürümeyi bıraktı, ister istemez durduk. Kaçmaya çalıştı. Bir yandan debelenirken bir yandan da bağırıyordu:
— Daha içerisi de mi var? Bundan daha içerisi de mi var?
Bir köşeye sinmiş adam, huysuz tavırlarla etrafına bakıyordu. Bakışları hiçbir yerde uzun süre odaklanamıyordu. Korkmamasını söyledik, koluna girdik. Çok zor olmadı.
— Nereye gidiyoruz?
— Yine dışarı çıkmışsın. Geri götürüyoruz.
Adam yürümeyi bıraktı, ister istemez durduk. Kaçmaya çalıştı. Bir yandan debelenirken bir yandan da bağırıyordu:
— Daha içerisi de mi var? Bundan daha içerisi de mi var?
Silbaştan
- Rüyaların sonuna geliyorsun, nasıl hissediyorsun?
- Bir dostu uğurlar gibiyim. Yanımda olmasını değil özlemeyi istiyorum sanki. Gitmesinden memnum, sevgimden eminim.
- Bir dostu uğurlar gibiyim. Yanımda olmasını değil özlemeyi istiyorum sanki. Gitmesinden memnum, sevgimden eminim.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Eflatun Solmaz - Köle
Ya salağa yatarsın. Ya nereye yatarsan yat, salaksın. Dostluklar ısınıyor içimde, transistörler gibi... Zorunlulukların ve arzuların dilek...
-
Sümbülzade Vehbi, 18.yüzyılda yaşamış bir şahsiyet. Tevatür odur ki bir gün padişahın huzuruna çağırılır. Hiç işi gücü olmayan, durduk yere ...
-
Rapunzel dendiği zaman gözümüzün önüne, upuzun saçlarını kuleden aşağıya sarkıtmış bir genç bir kız imgesi gelir. Ben de bu yazımda o saçla...
-
Browne, 1632 Ocağı'nda Felemenk'te ikamet ettiği ve insan bedeninin sırları konusuna her zamankinden daha fazla yoğunlaştığı bir dö...




