"Şu evrende konum belli olunca bir garip akar zaman"
Kitabın ismi "Yük" olacak. İsim sorununu aştık ama sorunlarımızın sonuna gelmedik. Çok sancılı bir süreçtir kapak belirleme. İyi bir fikir, kısıtlı olanaklarla içe sinen bir sonuç aldırabilir.
İçe sinmediği sürece uğraş sürecektir. Yük deyince kafamda ağırlık belirmesinin nedeni, görsellerde karşıma çıkmasıydı. Ağırlığı çizip sayfanın ortasına koymak, üstüne de "yük" yazmak, tam bir tasarım felaketiydi. Dinamizm katmak için ağırlığın camı kırması yalnızca bir adım öteye gitmekti. Bu tasarı bir kenarda dursun. Neye dönüşeceğini göreceğiz.
Ne çocukça işler
isim dediğin nedir
kullanır atarım
yenisini açarım
vay benim ismim
vay benim
ben
diye zırlamak niye
benim diye yırtınacaktın
niye günlerce çene çaldın
adını ak çiçeklere
yazan çıkar mı yine
değerli olanı anlamayan
en büyük nankör sensin
sesinin yankısı diner
kafalardan silinir sözler
rutubetli sığınağında kokuşur
yalnızlaşarak çürür bitersin
“Homeros, Vergilius, Augustinus, Dante, Bosch, Michelangelo, Milton, Goethe, Blake ve daha niceleri kendi imgelerinde bir cehennem yaratmışlardır. Kimse cehennemin içinde olmayı dilemez ama cennet tasvirlerinin durağanlığından kat kat ilgi çektiği de kuşku götürmez. Hepsi birbirinden ilham almış ya da kopya çekmiş diyelim, düşsel ürünler. Dürüstçe söyleyeyim, sonrası konusunda senden veya başkalarından daha fazla bilgim yok.”
Söylediği gerçeklerin arasına yalanlarını yerleştirmiş olabilir. Henüz kendisiyle anlaşma bile yapmamış birine neden böyle önemli bir bilgiyi versin. Hem bu konuda anlatacakları müşterisini kaybettirebilir. Belki içki masasında, içkinin yardımıyla dili çözülen, evrendeki tek ahmak yaratık insandır.
İbadet eder gibi kartları dağıtır
Oynadığı kişiler hiç kuşkulanmaz
Ne para kazanmak için oynar
Ne itibar için
Kartları yanıt bulmak için dağıtır
Şansın kutsal geometrisi
Olası sonucun gizli yasası
Sayılar dansa yön verir
Bilirim maçalar bir askerin kılıcı
Bilirim sinekler savaş silahları
Bilirim karoların anlamı bu sanatta para
Ama kalbim benzemez kupaya
Karo valeyi sürebilir
Maça kızı masaya koyabilir
Papazı elinde tutabilir
O anı silinirken
Bilirim maçalar bir askerin kılıcı
Bilirim sinekler savaş silahları
Bilirim karoların anlamı bu sanatta para
Ama kalbim benzemez kupaya
Bu şekil
Kalbimin şekli değil
Ona sevdiğimi söyleseydim
Belki bir yanlışlık olduğunu düşünürdün
Sayısız yüzü olan bir adam değilim
Bir tane maske taktığım
Ama onlar konuşuyorlar bilmeden
ve neye mal olduklarını
Birçok yerde şanslarını yitirmiş
ve korkanlar kaybolmaktan
Bilirim maçalar bir askerin kılıcı
Bilirim sinekler savaş silahları
Bilirim karoların anlamı bu sanatta para
Ama kalbim benzemez kupaya
Bu şekil
Kalbimin şekli değil
Diktatörle dalga geçen klibin yönetmeni Shady Habash, mahkemesiz iki yıldır tutsaktı. Geçtiğimiz cuma günü, hapishanede "bilinmeyen bir nedenden ötürü" öldü. Henüz 24 yaşındaydı. Büyük olasılıkla ölüm nedeni Korona'ydı.
Şarkının sözlerini yazan Galal el-Behairy de üç yıl tutsaklığa çarptırıldı. Şarkıcı Ramy Essam daha önce İsveç'e kaçtığı için Leviathan'ın dişlerinden sıyrılabildi.
Sisi, geçtiğimiz ay 4.000 mahkumu serbest bıraktı. Ancak serbest bırakılanlara siyasi mahkumlar dahil edilmedi.
Sessizliğin sesine uyandım
Arabaların yumruk yumruğa kavgada
Çekilen bıçaklar gibi kestiği
Seni buldum bir şarap şişesiyle
Perdelerde başın
ve kalp sanki dört temmuz
Sövdün ve dedin
Parlayan yıldızlar değiliz
Biliyorum
Asla öyleyiz demedim
Böyle bir cehennem yaşamamıştım
Geriye dönemeyeceğini bilmen için
pencereleri iyice örttüm
Kayıp ve yalnızsan
ya da taş gibi ağırsan
Durma
Geçmişin zeminde yankılanan
ayak sesleri olsun
Durma
Durma, durma
Birkaç dostla buluştum
Gecenin bir vakti
75 kişilik barda
Konuştuk ve konuştuk
ana-babalarımızın nasıl öleceğinden
Bütün komşularımızdan ve eşlerinden
Ama düşünmeyi severim
Hep kandırabilirim
geçmişi onarabilmek için
Hep kandırıldım
ve ne iyi olur bilmek
Ölüme terk edildiğimde
Buldum ve artık dolaşmıyorum bu sokakları
Olmamı istediğin hayalet değilim
Kayıp ve yalnızsan
ya da taş gibi ağırsan
Durma
Geçmişin zeminde yankılanan
ayak sesleri olsun
Durma
Durma, durma
Vay başim ateşler içinde
Ama ayaklarım iyi durumda
Nihayetinde bana aitler
Dökül elbiselerini yere
Kapıyı kapat
Telefonu sustur
Nasıl olur göster
bizi kimsenin durduramayacağını
Çünkü biz
Parlayan yıldızlarız
Biz yenilmeziz
Kimsek kimiz
En karanlık günümüzde
Millerce ötedeyken de
Yuvamızın yolunu bulacağız
Kayıp ve yalnızsan
ya da taş gibi ağırsan
Durma
Geçmişin zeminde yankılanan
ayak sesleri olsun
Durma
La la la-la la la la la la la-la
La la la-la la la la la la la-la
Hişş, konuşma, kapalı tut ağzını,
nefret ediyorum zehrini kustuğunda
Yeni mesihin hakkınta tısladığında
'çünkü kuramların yanıp tutuşuyor
Bir çözüm yolu bulamıyorum
yargılamak istemiyorum
Konuşmanı okuduğunda tükeniyorum
Yetti yeter
Bir çocuk gibi kulaklarımı kapıyorum
Sözcüklerin anlamsızlaştığında
La la la diye söyleniyorum
Sen konuştukça sesimi yükseltiyorum
'Çünkü kalbim durduramayınca
Bu şekilde engelliyor, söyleniyorum
La la la-la la la la la la la-la
La la la-la la la la la la la-la
Eğer aşkımız son demlerini yaşıyorsa
Saatleri sayacağıma korkak olmayı yeğlerim
Dünyalarımız birbirine girerken
Çıldırmadan önce sesini bastıracağım
Bir çözüm yolu bulamıyorum
yargılamak istemiyorum
Konuşmanı okuduğunda tükeniyorum
Yetti yeter
Bir çocuk gibi kulaklarımı kapıyorum
Sözcüklerin anlamsızlaştığında
La la la diye söyleniyorum
Sen konuştukça sesimi yükseltiyorum
'Çünkü kalbim durduramayınca
Bu şekilde engelliyor, söyleniyorum
La la la-la la la la la la la-la
La la la-la la la la la la la-la
— ... daha önce duydun mu.
— Duydum.
— Nerede duydun.
— Ben söyledim.
— Söyledin mi, duydun mu.
— Söyledim ama kulaklarım ne söylediğimi duyuyordu.
— Yani bilinçli ve nettin.
— Ne duyduğum konusunda net olmayabilirim.
— Ne söylediğin konusunda?
— Netim.
— Ne dedin.
— Net olmayan şeyler.
— Yok ötesinin damı.
— Doğrudur.
— Lan t@şak mı geçiyorsun.
— Asla.
— Netsin yani.
— Netim.
— Eskiden en netler şimdi vasat oldu.
— Ontolojik bir sorun.
Uzun menzil silahlı ya da intihar bombacısı
Kötücül akıllar kitle imha silahıdır
İster çoksatar Sun, ister BBC 1
Mis-enformasyon bir kitle imha silahıdır
Kafkas ya da fakir Asyalı olabilirdin
Irkçılık bir kitle imha silahıdır
İster enflasyon, ister küreselleşme
Korku bir kitle imha silahıdır
Babam odama geldi, elinde şapkası
Biliyordum, gidecekti, yatağıma oturdu
birkaç gerçekten bahsetti
Evlat, çağrıldığım bir görev var
Sen ve kız kardeşin cesur olun
benim küçük askerim, söylediklerimi unutma
Artık evin reisi sensin bunu unutma
ve her uyandığında annene bir öpücük ver
sonra vedalaşmak zorunda kaldım
Sabah annemı göz kapaklarından öperek uyandırdım
Sadece bir çocuk olmama rağmen ortada olanlar saklanamıyor
Annem tuttu beni sanki altındanmışım gibi
ama onu anlatılmamış bir öyküde bıraktım
Dedim; babam eve geldiğinde bu akşam, her şey güzel olacak
Uzun menzil silahlı ya da intihar bombacısı
Kötücül akıllar kitle imha silahıdır
İster çoksatar Sun, ister BBC 1
Mis-enformasyon bir kitle imha silahıdır
Kafkas ya da fakir Asyalı olabilirdin
Irkçılık bir kitle imha silahıdır
İster Halliburton, Enron veya herhangi biri
Açgözlülük bir kitle imha silahıdır
Cesaret gerek, galip gelmek için
Aymazlık bir kitle imha silahıdır
Aymazlık bir kitle imha silahıdır
Aymazlık bir kitle imha silahıdır
Benim hikayem burada bitiyor, haydi açık olalım
Bu senaryo her yerde yaşanıyor
ve siz nirvanaya ve favanaya varmıyorsunuz
Karma’nızı yaşamak için buraya geri dönüyorsunuz
Öncekinden beter bir dramayla, kuşkusuz
Kim bilir kaç yüz yıldır bizi özgür bırakması için
bir kurtarıcı bekliyoruz
ve uyumayı reddediyoruz
denizin ötesindeki insanlar da bizim gibiler
Çılgın liderlik, dizginsiz ve hür
Bir insan, besledikleri
kendilerine liderlik etmesini bekledikleri
İhtiyacım yok
İşleri yoluna koysun diye tanrıya dua etmemiz gerek
Şu an artık doğru olanı yapıyoruz
'Çünkü babanın bu akşam evden ayrılmasını istemiyorum
İster Halliburton, Enron veya herhangi biri
Açgözlülük bir kitle imha silahıdır
Cesaret bulmamız gerek, galip gelmek
Aymazlık bir kitle imha silahıdır
O geçmişte Trt adında bir kanal vardı benim için. Küçücük dünyamı anne babamın dünyası dolduruyordu. Onlar ne izlerlerse izliyordum, ne dinlerlerse dinliyordum. Çocuk kafamda bel altı niyetler olmadığıdndan "civelek" anlamsız bir sözcüktü. Artık "civelek" nakaratı karyola gıcırtısını çağrıştırıyor. Tarihini eşelesek, civelekler nerelerden çıkar acaba. Ben tarih kitaplarını karıştırırken siz de "Bu gece düğün dernek"i bulup dinleyebilirsiniz.
"Bu gece düğün dernek
Bin bir geceden örnek
Sevişenler bu gece
Civelek civelek civelek civelek
Bir çiçek bir kelebek
Civelek civelek civelek"
"Bu gecenin adına
Doyulur mu tadına
Sevişenler bu gece
Civelek civelek civelek civelek
Erecek muradına"
Reşad Ekrem Koçu, civelekleri şöyle tanımlıyor:
"Gayet genç, tüysüz yeniçeri neferlerine «Civelek» denilirdi. Civelekler sokağa, kadınlar, kızlar gibi yüzlerine bir nikab (peçe) koyarak çıkarlardı. Bir civeleğin sokakta peçesini kaldırıp yalnız yüzüne bakmak, bir kadına veya kıza yapılmış hareket gibi tecavüz sayılır ve buna cesaret eden derhal hapse atılırdı."
Koçu'nun Yeniçeri kitabında ise şu anlatımı buluyoruz:
"Yeniçeri kanununda evlenmek yasak olduğu için, kışlalara, bekâr odalarına, hanlara, şuraya buraya fahişe avrat kapamak da, kadına tesettürü kabul etmiş İslam cemiyetinde kolay olamayacağından, civelekler, müstakbel yoldaşlık yakınlığıyla yeniçeri koğuşlarında, odalarında yatıp kalktılar. Civeleklerin hemen hepsi ayaktakımından güzel güzel çocuklardı; hamileri olan yoldaşları tarafından yüzlerine püskül peçeler takılarak dolaştırıldılar."
Burada dursak iyi olur. Civelek'in bendeki karyola gıcırtısı çağrışımı, tarihteki karşılığına göre çok masum kalıyor.
Browne, 1632 Ocağı'nda Felemenk'te ikamet ettiği ve insan bedeninin sırları konusuna her zamankinden daha fazla yoğunlaştığı bir dönemde, Amsterdam'daki Waagebouw'da,bir hırsızlık suçundan dolayı birkaç saat önce asılarak idam edilmiş şehir eşkıyası olan Adriaan Adriaanszoon, namı diğer Aris Kindt'in cesedi üzerinde halka açık bir otopsi gerçekleştirilmişti. Hiçbir yerde kesin olarak belgelenmiş olmasa da, Browne büyük olasılıkla bu otopsiyi kaçırmamış, özellikle de Rembrandt'ın Dr. Nicolaes Tulp'un Anatomi Dersi adlı tablosunda gösterdiği sansasyonel olayı, yani Dr. Nicolaes Tulp'un her yıl kış ortasında gerçekleşen anatomi seminerlerini izlemişti, ki bu seminerlerin yeniyetme tıp öğrencileri için çok ilginç olmaları bir yana, bunlar, Janine Dakyns'in deyişiyle, dönemin karanlıktan aydınlığa çıkan toplumun takvimindeki önemli tarihlerdi aynı zamanda. Hiç kuşkusuz burada, yani toplumun ayrıcalıklı sınıflarının oluşturduğu, ücret ödeyen bir izleyici grubuna sunulan bu gösteride, bir yandan bu yeni bilim alanında dur durak bilmeyen araştırma arzusunun sergilenmesi söz konusuyken, diğer yandan da -gerçi bu hemen reddedilecektir mutlaka- arkaik niteliğiyle insan parçalama ritüeli, yani suçluyu öldürecek cezalandırmanın da ötesinde, onun etine eziyet edilmesi söz konusuydu. Rembrandt'ın resminde ölüyü parçalama işleminin açıkça görülebilen törenselliği -cerrahların en güzel kıyafetlerini giymiş olması, hatta Dr. Tulp'un başında şapkası bile vardır- ve işlem tamamlandıktan sonra kutlama yapmak üzere bir anlamda simgesel bir şölen düzenlenmiş olması, Amsterdam'daki anatomi seminerinde insan bedenindeki iç organlar hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmekten fazlasının amaçlandığının kanıtıdır. Rembrandt'ın bugün Mauritshuis Müzesi'nde bulunan neredeyse iki buçuk metrelik Anatomi Dersi'nin karşısında durduğumuzda, Waagebouw'da otopsi işleminin izlendiği noktada durmuş olur ve o dönemde insanların gördüklerini izlediğimizi söyleyebiliriz: kırılmış boynu ve ölüm anında kaskatı kesilerek öne doğru korkunç bir biçimde çıkmış göğsüyle Aris Kindt'in resmin ön planında öylece yatan mosmor bedenini. Yine de bu bedeni herhangi birinin gerçekten görüp görmediği kuşkuludur; çünkü tam da o dönemde ortaya çıkan anatomi sanatının başlıca işlevi, günahkar bedeni görünmez kılmaktı. Doktor Tulp'un meslektaşlarının bakışlarının bizzat bu bedene doğrulmamış olması da dikkat çekicidir, aksine bakış çizgileri bedenin çok yakınından geçerek karşılarında açık duran anatomi atlasına uzanmaktadır, ki bu kitapta da mide bulandırıcı bedenselliği vurgulamak yerine, onu bir diyagrama, insan bedeninin bir şemasına indirgemek tercih edilmiştir, tıpkı ocak ayındaki o günün sabahında ötekiler gibi Waagebouw'da bulunduğunu söyleyen tutkulu amatör anatomist René Descartes'ın zihninde canlandırdığı gibi. Bilindiği üzere Descartes, eserlerinde subjectum'un, öznenin tabiyetinin tarihini incelediği esaslı bölümlerden birinde, akıl sır erdirilemez bedeni önemsemekten vazgeçmemizi ve tamamen anlayabileceğimiz, sonuna kadar işlevsel kılabileceğimiz ve herhangi bir hasara uğradığında da tamir edebileceğimiz veya kaldırıp atabileceğimiz için, içimize yerleştirilmiş makine üzerinde yoğunlaşmamızı öğütler. Bedenin bir yandan açıkça sergilenmesine karşın, öte yandan tuhaf bir biçimde tecrit ediliyor olması, gerçekliğe benzemesinden dolayı övgüler alan Rembrandt resminin daha yakından bakıldığında yalnızca görünüşte gerçekçi olduğunu gösterir. İzlediğimiz otopsi, her zaman yapılanın aksine karnın alt kısmı açılarak ve en kolay çürüyen iç organlar alınarak değil, cezalandırılmayı hak eden elin teşrih edilmesiyle başlamıştır (ve bu da büyük olasılıkla, işlenen suçun karşılığında ödenmesi gereken bedele işaret etmektedir). Üstelik söz konusu elin hiç görülmemiş bir özelliği vardır. Resme bakanlara daha yakın duran öbür elle karşılaştırıldığında bu elin tuhaf bir biçimde yanlış oranlara sahip olması bir yana, el anatomik olarak tümüyle ters durmaktadır. Başparmağın durduğu yere bakılırsa, sol avuç içine ait olması gereken açık sinirler, sağ elin sırtına aittir. Dolayısıyla burada, kurallara ve anatomi atlasına tamamen uygun olacak şekilde yerleştirilmiş ama olağandışı bir yerde bulunan bir el söz konusudur ve böylece, bunun dışında deyiş yerindeyse "gerçeğe uygun" yapıldığını söylediğimiz bu resim, tam merkez noktasında, yani bedenin kesildiği noktada bir anda büsbütün yanlış bir konstrüksiyona dönüşüvermektedir. Rembrandt'ın çizimde hata yapmış olması, tahmin edileceği üzere mümkün değildir. Resmin bütünlüğündeki bu kırılma daha çok bilinçli olarak yapılmış gibi geliyor bana. Bu biçimsiz el, Aris Kindt'e uygulandığı görmezden gelinen şiddetin göstergesidir. Ressam, kendisine sipariş veren loncayla değil, kurbanla özdeşleşmektedir. Yalnızca onun bakışı donup kalmış kartezyen bir bakış değildir, yalnızca o, mosmor kesilmiş cansız bedeni algılamakta ve yalnızca o, ölünün yarı açık ağzına ve gözlerine düşen gölgeyi görmektedir.
W. G. Sebald Satürn'ün Halkaları
Can Yayınları, 2006
sayfa: 21-26
“...kadınlara çok düşkün olan Üçüncü Murad’ın 100, 102, 115 ve hattâ 130 evlâdı olduğundan bahsedilir: Bunların büyük bir kısmı babalarının hayatında ölmüş olduğu İçin, Üçüncü Mehmet tahta çıktığı zaman 19 erkek ve 21 yahut 24 veyahut 26 ve bir rivayete göre de 27 kızkardeşi kalmıştır! Tabii bu 19 şehzâdenin mevcudiyeti, Fâtih devrindenberi tatbik edilmekte olan «Kanun-nâme-i Al-i-Osmân»ın saltanat kavgalarını önlemek İçin konulan «Nizâm-ı âlem» maddesine mugayirdir! İşte bundan dolayı, ancak dördü yetişkin olduğu halde diğer on beşinin ekserisi «ana kucağından» alındığında ittifak edilen bu «Kanun-nâme» şehidleri bir rivayete göre 16/17 Cumâda-l-ûlâ = 27/28 Kânunusâni Cuma-Cumartesi gecesi ve ikinci bir rivayete göre de işte bu Cumartesi günü saray dilsizlerine boğdurularak idâm ettirilmiştir: O sırada İstanbul’da bulunan Selânikî-Mustafa Efendi’nin kaydine göre Vüzerâ, Ulemâ vesair devlet erkânı seher vakti mâtem elbiseleriyle saraya gelip dizilmiş, şehzâdelerin idamından evvel servi ağacından 19 tabutla bütün cenaze levâzımı hazırlanmış ve ancak ondan sonra dilsizler o feci işlerini «bi-cürm-ü-günâh» şehzadelerle analarının vâveylâları içinde yapıp bitirmişlerdir! Yetişkin şehzâdelerin mukavemet edip cellâtlarıyla boğuşdukları rivayet edilir. Bu seferki 19 şehidin tabutları alel-usul şallar, kavuklar ve murassâ sorguçlarla süslenerek sarayın mutbak kapısından Helva-hâne kapısına kadar sıralanan 19 tahtahende konulmuş, Şeyh-ül-Islâm Bostanzâde Mehmet Efendi sırayla her birinin cenâze namazım kıldırmış ve ondan sonra saraydan çıkarılan bu «Nizâm-ı âlem» kurbanları cümle âlemin feryad ve figanları içinde Ayasofya’ya götürülüp bir gün evvel defnedilen babaları Üçüncü Murad'ın ayak ucunda hazırlanan 19 mezara defnedilmişlerdir!”
İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi Cilt 3