İsm-i Mahfuz
Perim nerede?
Yalnızdım, koynuma girdi.
Düşüm nerede?
Uyandım, kabusum oldu.
Korkum nerede?
Dostun yüzüne yerleşti.
Erdemim nerede?
Anahtar deliğinden kaçtı.
Kocaman omuzların, görünmez ardın.
Sonsuz ufkumda, yalnız sen varsın.
Sen misin bir tek benim varlığım?
Çocuk gibiyim, merak ederim.
Aşkının nemi, sırılsıklamım.
Çekil göreyim, daha olmalı.
Yana eğildim, sağa ve sola.
Çekil göreyim, ne var ardında?
Bir ışık sanki, belli belirsiz.
Gördüm ya durmam, ona giderim.
Senin varlığın, beni gereksiz…
Tadına doyulmaz gündüz rüyası.
İçinde bir masa, uçsuz bucaksız.
Bin bir çeşit tat, saymak imkansız.
Aldım çatalı, batırdım ele.
Boş heveslere, dalmayayım diye.
Çatal batıyor, canım yanmıyor.
Yanmadı canım, sıkıldı ama.
İşte sunduğun bu sahte sofra
Seni sevmişim, ardında hiçlik.
Seni tatmışım, tadında hiçlik.
Sevgilim nerede?
Yarin altın yüzüğünde.
Şiirim nerede?
Çaresizliğime gömdüm.
Aklım nerede,
Sabah ezanı sattım.
İnancım nerede?
Bütün evrene saçtım.
Çağlar Simsoy
İsm-i Mahfuz: Aşkın Ardında Saklı Hiçlik /
Cihat G. Polat
Çağlar Simsoy'un "İsm-i Mahfuz" adlı şiiri, çağdaş Türk şiirinin felsefi, psikolojik ve mistik damarlarını bir araya getiren nadir örneklerden biri. İlk bakışta bir aşk şiiri gibi görünüyor. Aşk bir yanılsama mı yoksa gerçeklik mi sorusunu merkezine alıyor. Şiir, klasik aşk anlatılarının dışına çıkarak, okuyucuyu aşk sorgulamaya çağırıyor: Aşk, bir varlık alanı mı yoksa sonsuz bir kayboluş mu?
Yapı ve Döngü: Soru-Cevapla Açılıp Kapanan Bir Kayboluş
Şiirin yapısı, klasik Türk şiir geleneğindeki "nerede" kalıbını çağrıştıran, ama onu post-modern bir bilinçle dönüştüren bir döngüsellik üzerine kurulu. Açılış ve kapanış bölümleri soru-cevap yapısıyla birbirine ayna tutuyor. Bu yapı hem bir tür kayıp envanteri sunuyor, hem de şiire mistik bir çember formu kazandırarak aşk deneyiminin döngüsel, kaçınılmaz ve kapatılması güç doğasını vurguluyor.
"Perim nerede?" diye başlayan metin, "İnancım nerede?" sorusuna yanıtla kapanırken, arada geçen her kıta birer eksilmeye dönüşüyor.
Somut ile Soyut Arasında Salınan Aşk
Şiir boyunca aşk, hem bedensel hem metafizik bir alan olarak kurulur.
“Kocaman omuzların, görünmez ardın” mısrası, şairin sevdiği kişiyi algılayışındaki abartılı bedenleşmeyi gösterirken, “Sonsuz ufkumda yalnız sen varsın” dizesi, bu bedensel varlığa duyulan aşkın nasıl tüm algı dünyasını kapattığını, başka hiçbir şeyin görülmesine izin vermediğini anlatır.
Bu durum, aşkın bir tür ontolojik perdeye dönüşmesini sağlar: Şair, sevdiği kişinin arkasında ne olduğunu bilmek ister ama bu, hem fiziksel hem varoluşsal olarak mümkün değildir. Sevgili, hem arzunun nesnesi hem de gerçekliğin engelidir.
Çocukluk ve Şehvet Arasında Bir Gerginlik
Şairin “çocuk gibi merak” duyması, onu masumlaştırmaz. Aksine bu satır, şiirin en ironik gerilimlerinden birini yaratır. Merakı çocuksudur, çocukçadır. Çocukça bir saflıkla sağa sola eğilip sevgilinin arkasını görmeye çalışır. Belki de aşk onu çocuklaştırmıştır.
Sonraki mısrada yetişkinlere yakışan şehveti ortaya dökerek çocuk olmadığını gösterir:
Aşkının nemi, sırılsıklamım.
Bu ikilik, şiirin en etkileyici katmanlarından biridir. Şair, çocuk gibi davranır ama aşkı çocukça yaşamaz. Bu da şiire hem trajikomik bir ton, hem de derin bir iç çatışma kazandırır.
Soluk Işığın Peşinden Gidiş: Kaçma Çabası
Bir ışık sanki, belli belirsiz.
Gördüm ya durmam, ona giderim.
Şair sevgilinin ardını görmeye çalışırken, belli belirsiz bir ışık fark eder. Bu ışığa tereddütsüz yönelmesi, aşkı aramak derdinde olmadığını, aşkın içinden çıkmaya çabaladığını ortaya koyar. Aşkı aramasına gerek yoktur, zaten içindedir. Bütün varlığı, sevgilinin varlığıyla kuşatılmıştır. Bu, aşkın içinde yiten birinin varlık kazanmak için gösterdiği çaresiz bir uğraştır.
Senin varlığın, beni gereksiz…
Bu son mısra, şiirin bütün çekirdeğini barındırır. Yarım bırakılmış bir cümledir. Sevgiliye duyulan aşkın gücü burada da kendini gösterir. Bu yarımlık, rastgele değil: Şair, sevgilinin aşkına o kadar teslim olmuştur ki varlığı, şiirinde bile silinmiştir.
Gerçeklik Testi: Çatal ve Acının Yokluğu
Tadına doyulmaz gündüz rüyası.
İçinde bir masa, uçsuz bucaksız.
Bin bir çeşit tat, saymak imkansız.
Şair, gündüz rüyasına dalmıştır. Uçsuz bucaksız, birbir çeşit tadın bulunduğu masa ile kast edilen, sevgilidir. Sevgilinin yanında olmak, tadına doyulmayan bir gündüz rüyasıdır.
Aldım çatalı, batırdım ele...
Bu sahne, şiirin gerçeklik düzeyini dramatik biçimde kırar. Şair, içinde bulunduğu deneyimin rüya mı gerçek mi olduğunu anlamak için bedensel bir sınama yapar. Ancak acı hissetmez. Bu, iki anlama gelebilir. Ya yaşananlar bir rüyadır ya da aşk, acıyı bastıracak kadar güçlüdür. İki durum da can sıkıcıdır.
Sahte Sofra, Hiçlik ve Aşkın Ontolojisi
İşte sunduğun bu sahte sofra
Sevgiliye
sitem eder. Çünkü sevgilinin sevgisini sahte bulur. Sevgilinin yanında
olmak rüya gibiyse de sevgilinin kendisini sunmasında bir sahtelik
vardır.
“Seni sevmişim, ardında hiçlik.”
“Seni tatmışım, tadında hiçlik.”
Aşk burada nihai bir yüzleşme anına dönüşür. Şair, tat aldığı her şeyin sonunda boşluğa vardığını söyler. Bu, hem fiziksel bir doymamışlık hem de metafizik bir hiçliktir.
İnancın ve Uyanışın Kaybı
Şiirin sonunda sadece sevgili değil; akıl, inanç ve şiir de yitirilir:
Şiir, çaresizliğe gömülür.
Akıl, sabah ezanı satılır.
İnanç, bütün evrene saçılır.
"Sabah ezanı" saatin zorladığı bir anı anlatmaz.
Karanlıktan aydınlığa geçişin habercisidir. İnsanların uyanmaya başladığı, gerçeğe dönmeye hazırlandığı o anda, şair aklını satar — hem de isteyerek. Herkes uyanırken, o uyusa da fark etmez. Akıl gittiğinde uyanıklık anlamını yitirir.
Şafağın sökmekte olduğu o anda şair, aklını yitirmemiştir, bile isteye vermiştir. Karşılığında ne almıştır? İnanç. Onu da kendine saklamamış, bütün evrene saçmıştır.
Bu mısralar, yalnızca bireysel bir çöküş değil, aynı zamanda bir bilinç terkidir. Aklını bırakıp inancını evrene savurmak, bir tür varoluşsal boşalmadır. Şair artık ne düşünen ne inanan ne yazan ne de seven biridir. Yalnızca aşkın içinden geçerek silinmiş bir nesnedir.
Döngüsel Yapı → Kapanma → Yok Oluş
Şiir, soru-cevap biçimiyle açılıyor. Nerede diye sorup yanıtını kendi veriyor. Sonra giderek daha karmaşık ve derinleşen imgelerle; bedensel arzuya, ontolojik sorguya, rüya-gerçek sınırına, nihayet hiçliğe varıyor. Ama sonunda yine nerede sorusuna dönüyor. Başta bir arayış sonunda ise artık bir terk ediş var. Her şey kaybedilmiş, her şey bırakılmış.
Şiir de şair gibi, döngüselliğiyle içine kapanıyor, noktaya dönüşüp yok oluyor.