Hiç (mi?)

Hiç

Hiç hissettirmiyor bu dalgalar
Hiç…
Hissedemiyorum bu gece
Yerdeyim uçamıyorum
Hiç
Hiç

Tazecik çamaşır kokulu
Boynundan koklardım
Hiç
Başım dönerdi
Bugün kokular ağır
Benden ağır
Hiç
Hiç

- Bir arkadaş geldi sonra
Yanında “manita”sıyla
Gözleri bana merhaba derken
Bütün diskoyu kadraja almış
Bebekler öyle büyük
Hiç
Hiç
Hiç demedim
Hiç dedin dedim mi?

- Eee?

- Ne eesi?

- Neden anlattın şimdi bunu

- Eleman senin eski manitaydı

- Hangisi

- Erkek olduğunu iddia edeni
Hiçbir zaman öğrenemedi
Hiç
Hiç
Hiçbir zaman öğrenemeden
Hiç

- Hiç mi ulan hiç mi?

- ?

- Anladın işte öküzlük etme

- Bilmiyorum

- Bilmiyorsun ha
Hâlâ mı bilmiyorsun?
Ha?
Ha hah hah ha…
Haha ha…
Ha!

- Sonra?

- Sonra tarih,
yazanların oldu.
Savaş meydanlarında
dökülen kanların
sahiplerinin
değil.

[- Sayın şair,
bu şiirinizle
ne anlatmak
istediniz acaba?

- Hiç ]

Metamorfoz

Bu kısa romanda, her okuduğumda beni şaşırtan bir yan var: “Gerçek gibi”den daha fazlası. Franz Kafka, olağanüstülükleri sanki sıradanmış, gerçekleşebilirlermiş gibi anlatıyor.

Gregor Samsa bir sabah kendisini bir böceğe dönüşmüş bulur. Durumundan çok işe geç kalma kaygısı duyar ama işine ve eski hayatına dönme şansı artık yoktur.


Çevresindeki insanların şaşkınlıklarında bir eksiklik vardır. Böceğe dönüşmüş değil de hastalanmış bir insana bakıyorlar. Tiksiniyor, iğreniyorlar ama böylesi bir durumun olanaksızlığından kimsenin haberi yok. Kanıksama var. İğrenç bir yaratığa dönüşen bedendeki bilinci kimse önemsemiyor. Nasıl önemsesinler? Böcekleri kimse sevmez. Geçmişte insan olsa da evin bir odasını işgal eden bir böcek, sadece rahatsızlık veriyor.


Değişime en çok uyum gösteren, değişimi yaşayan oluyor. Aslında o, dev bir böceğin içine hapsolmuş insandır. Bunu, odası boşaltılırken insanlığından tek bir işaret bile olsa korumaya çalışması, keman çalan kız kardeşi ile ilgili mutlu düşler kurması gibi işaretlerden anlayabiliriz.

Belki de edebiyat tarihinin en acıklı böcek ölümünü duyumsuyoruz Gregor Samsa’nın ölümüyle. Oysa romanın diğer kahramanları bizimle aynı duyguları paylaşmamaktadırlar. Odayı temizlemeye gelen hizmetçi Gregor’un öldüğünü anlayınca, ailesine haber vermeye gider ve kullandığı kelime şudur: Gebermiş. Kimsede bu ölüme karşı en ufak bir üzüntü göremeyiz. Aksine haberin ardından anne, baba ve kız kardeş, güzel bir gün geçirmek niyetiyle, üstlerine birer mazeret mektubu yazmaya koyulurlar. Hizmetçinin, Gregor Samsa’nın ölüsünü hallettiğini söylemesine, aile bireyleri “nasıl” sorusunu bile çok görerek, kayıtsız kalırlar. Bu soru işareti talihsiz kahramanın düşündüklerine şahit olan okuyucuda yer edebilir sadece.


Şarköy Notları - III

BÖLÜM III


Şarköy’de üçüncü günüm. Ayrıca Ramazan Bayramının birinci günü. Artık “birileri gelse de biraz muhabbet olsa” demeye başladım. Bunca zaman içinde değerlendirebileceğim, “işe yarar” diyebileceğim birkaç cümlem olduğuna inanıyorum. Henüz tam manasıyla kıvama gelmiş olmasam da en azından boş durmadım. Kaytarabileceğim tüm araçlardan uzaklaşmış olmanın faydasını da gördüm. İyi ki gelmişim buraya.

Üç gündür telefon görüşmelerim dışında kimseyle konuşmadım. Bu bana askerliğimin ilk günlerini hatırlatıyor. En büyük fark burada koşuşturmacanın sıfıra yakın olması. Askerlik günlerime hiç girmeyeceğim onlar başka bir yazının konusu. Anlatılacaklar fazla olsa da büyük çoğunluğu herkesin yaşadığıyla aşağı yukarı aynı. Günde birkaç kez tekrarladığım o seremoniye yine başlıyorum. Pipom hazır, çay suyum kaynıyor ve kağıtlar önümde…

Her ne kadar o havada olmasam da bir bayram günündeyiz. Buna dair küçük bir yazı yazmak gayet yerinde olur.


***

Bayramlarım

Çocukluğumda şimdi anlamakta güçlük çektiğim sevinci bayram gelmeden yaşamaya başlardım. Okulların tatil olması zaten başlı başına bir bayramdı benim için. Annemin özenerek diktiği, üzerimizde defalarca prova ettiği elbiselerimizi başucuma yada her an ulaşabileceğim bir yere koyardım. Bayram arifesinin gecesinde uykuya, sanki başka bir dünyada uyanacakmışım gibi dalardım. Yepyeni bir dünyada, yepyeni elbiselerle dolaşacaktım ve o elbiseler elbette ki bana çok yakışacaklardı.

Dışarı çıkmadan evvel annemin yüzüme sürdüğü sabunlu elbezinin de katkısı vardı o ferah mutlulukta, o yaşımda beni ne mutlu ediyorsa, bildiğim güzel tatlar neyse gönlümce tadabilecektim. Cebimde bayram harçlıkları bakkaldan canım ne istiyorsa alabilecektim. Çatapatlar, kız kaçıranlar, maskeler ve bir sürü kıvır zıvır. Onlarla bayramda oynamak daha zevkliydi. Bayramlarda büyükler çocukları daha bir severlerdi sanki. En azından ben öyle olduğuna inanırdım.

Daha kendi başıma tuvalete bile gidemezken, bayramlıklar üzerimde kucaktan kucağa taşındığımı silik bir şekilde hatırlarım. Ceplerime ne işe yaradıklarını henüz tam olarak kavrayamadığım harçlıklar sıkıştırılırdı. Yedi-sekiz yaşıma geldiğimde o geçmişimi düşünür ve o paraları harcayamamış olmanın cahilliğine hayıflanırdım.

Çocukluğumuzda rüya olmayan ne vardı ki? O geçmişteki heyecanları hesapsız kovalayan çocuğunu hangimiz özlemez ki? Anlamadan önce yaşamaya başlıyoruz. Yaşıyoruz, sonra anlıyoruz. “Hiçbir şey bilmiyor”luğun saflığı ve savunmasızlığıyla korunmaya muhtaç çocuğu hangimiz korumak istemez ki? Ama özlenecek, korunacak kimse yok ortada. Kavuşmanın mümkün olmadığı bir özlem bu. Peki, geçmişten buraya gelirken hiç mi bir şey taşımadınız? Ben taşıdım, anlatabileceğim bir yere bırakabilmek için neredeyse her yaşımı taşıdım.

Bu yazıyı yazarken bir bayramdayız ve bayramlar artık benim için neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. O geçmişi tekrar yaşamak değil sadece anlatmak istedim.

Bence siz de geçmişinizi anlatın ve orada bırakın. Tekrar yaşamaya kalkmayın.En güzel bayramınız en son yaşadığınız olsun.

Şarköy Notları - II

BÖLÜM II


Şarköy’de ikinci gümüm. Tüp sorununu hallettim. Şimdi sıcacık çayımı yudumlayabiliyorum. Soba da çok güzel ısıtıyor. Bakalım voltaj gece ne durumda olacak. Yazlık ev olduğundan ısı yalıtımı söz konusu değil ama dışarıda orta karar bir hava var. Bu yüzden üşümüyorum. Henüz hava kararmadığı için köpek havlamaları da duyulmuyor.

Dün gece yazmayı bıraktıktan sonra “Hayalet Gemi”yi okudum. Keşke daha fazla sayısını yanıma alsaydım. Bu dergiyi herkese tavsiye edebilirim. Artık yeni sayıları çıkmasa da bir yerlerde bulursanız alabildiğiniz kadar sayıyı satın alın. (İlk on beş sayısı şu an internetten yayımlanıyor) Okuduğunuz zaman eminim tadı damağınızda kalacak.

Konuşacak kimse olmadığına göre yine kendi kendime konuşacağım galiba. Yazarak da bir nevi konuşuyor sayılabilir insan. Fakat buna daha çok anlatmak denebilir.

- Düşman, sana ne kadar yakınsa o kadar düşmandır.

- Düşman kim?

- Düşman olmalı mı?

- Savaş niye?

- Bu savaş mı?

- Ayakta kalmamıza engel bir şeyler var. O zaman savaş da var. Demek ki düşman da var. Ama kim, ne?

- İblis olmayı öğrenmeye çalışan bir melek var mı?

- Ayırt etmek kolay değil.

- Şimdi “dürüstçe kendini anlatabilir misin?” sorusunun yanıtının çok daha zor olduğunu biliyorum. Anlamaya çalıştıkça çıkmazlar artıyor, taktığın son rütbe delilik oluyor. Bulduğun doğruyu, kendin bile ciddiye almıyorsun.


***

“Ben hayal değil kısa da olsa bir hayat istiyorum” cümlesini karalamıştım bir aralar. Yanlış bir cümle kurmuşum. Çocukluğumda anneanneme gittiğimde dinlediğim masallar hâlâ kulağımdadır. Ağabeyimle birlikte kömür sobasının sıcaklığında mayışarak dinlerdik, anneannemin şeker tadındaki masallarını. O zamanları hatırlayınca sarf ettiğim cümlenin küstahlıktan öteye geçmediğini görüyorum. Nankörlük etmenin anlamı yok. Ben bir hayat yaşadım. Kimsenin hayatına değişmeyeceğim kadar sevdiğim bir hayat hem de…


***

Kısır döngü gibi bir şey. Çay suyunu koy, pipoyu hazırla, boş bir sayfayla karşılaş. İç, sonra çay iç. Deli gibi hızla yaz, sonra bir şeyler oku. Sonra yine… Günde en az iki kez böyle oluyor. Günlerimin böyle geçmesini istemem (çay suyunu koyayım). Uzun süredir yazmadığım kadar fazla yazıyorum. Tabi amaç ne olursa olsun yazmak değil. Biraz da anlamlı ve elle tutulur olmalı (pipoyu da hazırlayayım yavaş yavaş).

Üretken olduğumu düşünsem de yalnız kalmak gayet sıkıcı ve çok da katlanılası değil. Düzenli bir insan pekâlâ benim yaptıklarımı kendini tecrit etmeden de yapabilir. Ben o yeteneğe sahip değilim ne yazık ki.

Ama yazdıklarımın işe yarayacağına eminim. En azından ne derece ipe sapa gelmez olduklarını görmüş olacağım.. Yıllardır az-çok yazıp duruyorum. Kimi zaman uzun aralar vermiş olsam da tamamen bıraktığım hiç olmadı. Beğeniyor muyum eski yazdıklarımı? Çoğunlukla hayır. İçlerinden kendimin bile şaşırabileceği cümleler çıkmıyor da değil. Gerçi hiçbir iddiam yok. Şiir yazdım diye şairim demedim. Hatta başka isim bulamadığım için şiir dedim. Yazılarım için de aynısını söyleyebilirim.

“Hazmanyaklık” sorununa bir çözüm getiremediğimi de itiraf etmeliyim. Aklımdan her geçeni buraya yazamadığım için de üzgünüm; dürüstlük de bir yere kadar (o yeri kaybedeli fazla olmadı ama dönüp aramaya kalksam kaybolurum. “Amaaan bana ne yaa”). Zaten her sorunu aynı kaynağa bağlamak da gayet sağlıksız bir durum. Bunların hiçbir önemi yok. Soruya cevap bulunuyor da soruna biraz zor…

Şimdi aramızda olmayan fakat benim herkesten çok iyi tanıdığım biriyle konuşmama tanık olacaksınız. Tek başıma olduğumu tekrar etmeme gerek yok. Sizin de beni deli diye adlandırmanıza gerek yok.


- Şimdi 18 konuşuyor.

- 18’i tanımıyorum bile, bildiğim üç beş kırık dökük yazısı. Her “şimdi” geçmişte kalıyor. Yaşamadığını bile bile, 18 istediği kadar konuşabilir.

- Olgunluk birkaç cümlede olayı bitirmene yarıyor. Olgunlaştıkça kestirip atmakta git gide daha ustalaşıyorsun. Her şeyi küçücük bir kaba hiç boşluksuz sığdırabilirsin değil mi?

- Kötü mü bu? Acı çekmeyi istemek marifet mi? Canımın değerini biliyorum ve canımı yakacak ne varsa kaçıyorum.

- Ama aşkı da arkanda bırakıyorsun.

- Bekleyenini gördün mü ki? Aşkı beklerken o seni ezip geçer. Genç-yaşlı, güçlü-zayıf, zeki-aptal, güzel-çirkin tanımaz ve hiçbirine acımaz; ezip geçer.

- Mutlaka buluştuğun, aynı yolda yürüdüğün olacaktır. Tadını alırsın ve sahip olmak istersin.

- Her zaman aynı tadı alamayacağını bildiğin halde neden sahip olmak isteyesin? Seni istemeyen bir şeyin peşinde koşmak aptallık değil midir? Öyle devam et, yürü yolunda. Zaten isteyen ışık hızında varır yanına. Sabret, bekle ve gör. Ama durma…

- Ne nitelikler kazanmış olursan ol, ne kadar bilgili ve tecrübeli… Ya da hayatı ne kadar tanıyor olursan ol aşka karşı savunmasızsın. Ben o korkuları seviyorum. O teni, o dudakları… O dudaklara sahip olanın bedenine tapıyorum. Sen kendini acı çekmeyeceğine ve hazırlıklı olduğuna istediğin kadar inandır. Sonunda yine benim tercih ettiğim yola döneceksin. Anı sonu seçeceğiz seninle.

- Bunları benim 18’im söyleyemez. O başka dertlerin arkasına saklanıyordu. Hatırlamadığımı mı sanıyorsun? İdeolojilerin arkasındaydı, çalıştığı binalarda saklanırdı, yerli yersiz ağlardı. Ne oldu şimdi ona? Hani hedeflerin, hani öğrenmeye ve öğretmeye karşı hevesin? Artık sadece ben varım. Kimseyi sırtımda taşımam. Yanımda yürüyene diyeceğim ama kimsenin peşimden gelmesine izin vermem.

- Değiştiğini sanıyorsun ama yoksunlukların aynı. Bil ki en zayıf olduğun anda yine ben olacaksın. Benim seçtiğim sondan kurtulamayacaksın.

- Kullanmakta acemi olsam da yeni bir silahım var artık: Umursamamak… Ölümü seçişi bile özenti olan bir çocuğun bana karşı galip gelebileceğine inanıyor musun? Benim şu an olduğum yaşta ölmek istiyordun. Sen de şunu bil ki; çoktan öldün.

Şarköy Notları - I


BÖLÜM I


Şarköy’deyim… Buraya tam anlamıyla, yalnız kalmak için geldim. Arkadaş yok, bilgisayar yok, televizyon yok, aile yok, insan yok. Tek başımayım. Kendi isteğimle bugüne kadar yaşamadığım bir tecrübe bu. Biraz da korkutucu aslında. Birçok alışkanlığımdan kilometrelerce uzakta kendimle baş başayım. Şehrimin sokaklarında dolaşmak gibi değil, evimin içinde oturmak gibi değil. Suni ama korkutucu bir yalnızlık…

Yalnız kalmak istememin dışında daha çok buraya yazmak amacıyla geldim. Yalnız kalmak ve yazmak… Kafamda, birkaç cümlesi oluşmuş bir iki hikâye dışında ne yazacağımı hiç tasarlamadım. Bugüne kadar doğru dürüst yazım olmadığına inanıyorum. İnanmanın ötesinde biliyorum. Eski yazılarımı karıştırdığım zaman büyük bir çoğunluğunu beğenmiyorum.

Eve gelip eşyalarımı bıraktıktan sonra alışverişe çıktım. Döndüğümde canımın çektiği hiçbir şeyden mahrum kalmayayım diye gerekli gereksiz gözüme ne çarptıysa doldurdum alışveriş sepetine.

Aralık ayı olduğundan evin içi oldukça serin. Tedbir olarak İstanbul’dan elektrik sobasını getirdim. Elektrik sobalarının evin içini ısıtmak için değil sadece elektrik sarfiyatına neden olmak için yapıldığını düşünmeye başlıyorum. Çünkü karşısında durmadığım zaman ısındığım yok. Evin geri kalanı sobayı yakmadan nasılsa aynen o sıcaklıkta duruyor. En büyük sıkıntılarımdan biri de kâğıt kalem kullanıyor olmam. Yanımda bilgisayar da getirebilseydim eminim çok rahat edecektim. Gerçi bilgisayarı getirseydim saçma sapan işlere dalacak yazı da yazamayacaktım herhalde. O yüzden böylesi daha iyi. Burada televizyon var ama anten olmadığından bir tek kanal bile görünmüyor. İşte tam istediğim gibi bir ortam, normal zamanda olumsuzluk gibi görünenler, burada amacıma ulaşmamda çok yardımcı oluyorlar. CD çaları getirdiğim için bir tek müzikten yoksun değilim.

Voltaj çok düşük. Umarım elektrik gecenin bir vakti beni karanlığa ve donmaya terk etmez. Kısık sesle dinlediğim müziğin sesini duvardaki saatin tıkırtısı bastırıyordu. Bu durumun çıldırtıcı bir hal almasına müsaade etmeden saatin pilini çıkardım. Flüoresan, voltaj yüzünden olsa gerek, sönüp duruyor. Tekrar açılması için sobayı kapatmak gerekiyor. Sobaya bakıyorum hiç de öyle yanması gerektiği gibi yanmıyor. Bu şartlar altında birkaç satır karalamak takdir edilesi bir başarıymış gibi geliyor.

Evde büyük tüp de küçük tüp de bitmiş. Bu saatten sonra alma imkânım da yok. Canım çay istiyor ama sıcak su yok. Sonra aklıma çok “dâhiyane” bir fikir geldi. Yavaş da olsa ısınacaktır, düşüncesiyle çaydanlığı elektrik sobasının dibine koydum. Ümitsizce bekliyorum.

Dışarıda köpek havlamaları bir türlü kesilmiyor. Dışarının sessizliğini bozan bir tek onlar. Ne alıp-veremedikleri varsa durmadan havlıyorlar. Voltaj normale döner gibi oldu. Elektrik sobası şimdi gayet güzel yanıyor. Tabi benim poşet çay yapmam için gereken sıcak suyu sağlayacak mı bilmiyorum. Odanın ısısı iyi sanki.

Bu hayvanlar bazen insanın sabrını zorluyorlar. Dışarıda bir tane it var ki onun sesi hiç kesilmedi. Derdi ne bilmiyorum ama elimde bir silah olsa bütün dertlerini sona erdireceğime eminim. Çaydanlıktaki su yavaş yavaş ılınmaya başladı. Sanıyorum beş altı saat içerisinde kaynama derecesine gelecektir. Sabah kalktığımda gün ışığından faydalanıp bir bardak çay daha içerim herhalde.

Güzel bir hikâye yazabilmek için buradayım madem neden başlamıyorum? Kafamda bir hikâye yok mu? Aslında yazmak istediğim binlerce hikâyem var. Kaçını anlatmak istiyor ya da anlatmaya değer buluyorum ki? Üretmedikçe varolmadığıma, “hiç” olduğuma inanıyorum. O zaman ne “ben” ne de “biz” kalıyor.

Hiç kendinizi bir filmin içerisindeymişsiniz gibi hissettiniz mi? Öyle ucuz, basit bir film ki başı sonu belli, replikler sıkıcı hatta bazen anlamsız. Ya da bir Brezilya dizisinde… Durup kendinize baktığınızda “hay oyunculuğumun içine edeyim” diyeceğiniz kadar.

Başrol oynayacağınızı da sanmayın (gerçi fark etmez). Büyük bir ihtimalle figüransınız. Deprem sırasında ölen binlerce kişinden biri mesela. Bunu duyup da üzülenlerden ya da yaşayıp da sağ kalanlardan biri değilsiniz… Sadece rakamdan ibaretsiniz. Ucuz bir filmin rolünü tamamlamış tiplerindensiniz. Üstelik bir eksik bir fazla hiç önemi yok! Öyle olmadığımızı -en azından kendimize- anlatmak için yazmamız gerektiğine inanıyorum. Yaşadıklarımızı, hayallerimizi, elimizin vardığınca beynimizin içindeki her şeyi…

Beyni geliştikçe haz delisi haline gelmiş arızalı bir canlı. Yeryüzünün hâkimi ve “en mükemmel” canlısı. İşte filmimiz bu canlının yolculuğudur. Ne anlatılırsa anlatılsın bu yolculuğu anlatacaktır. Filmin içinde fark ettiğimiz anda anlatmamız gerekiyor rolümüzün ne olduğunu. Bunu da üretmeden yaşayarak yapamayız…

Giriş yazımı da yazdığıma göre artık ufak tefek pasajlarla eteğimdeki taşları dökebilirim.


***

- Hikâye yazmak; bir cümleyi daha uzun bir cümle haline getirmek. Sonra daha uzun, sonra daha uzun… Cümleler uzadıkça bölünüyor ve git gide çoğalıyor.

- Mesele; O cümle nedir? O cümle nasıl bir cümle olmalıdır?

- Ne anlatmak istersin? Anlatmak istediğim bir şeyler olmalı. Yoksa neden yazmaya çalışasın?

- Yazmayı seviyorum. En kestirme yanıt bu olsa gerek.

- Kendini anlatma istesen ilk cümlen ne olurdu?

- Ben.

- Güzel, şimdi bu cümleyi uzatalım.

- Ben kimim?

- Çok güzel, devam.

- Ben aslında kimim?

- Mükemmel, daha da uzat

- Bilmek istediğim, ben aslında kimim?

- Cümlemiz hikayenin ortasında, başında veya sonunda olabilir, her yöne doğru uzayabilir. Devam et lütfen.

- Bilmek istediğim, ben aslında kimim? Kafamda git gide büyüyen soru bu. Aradığımın ne olduğunu bilmiyorum. Tek bildiğim bazen açık verdiğim. Kendime tek tek sıfatlar vererek bu sorunun yanıtını bulabileceğime inanmıyorum.

- Şimdi bunu ufak ve anlamsız bir hikaye haline getirelim.

- Kalabalığın içinden geçiyorum. Kimse görmüyor yüzümü, fark etmeden ellerimle kapatıyorum. Soluk soluğa yanına varıyorum. Kirletilmiş, alçaltılmış buluyorum kendimi. Senin yanında daha da alçalıyorum. Kaçmaktan (kaçamamaktan) öyle yorgunum ki artık düşünemez olmuşum. Adımı bile unutturacak kadar güzel kokuyorsun. Sana dokunduğumda senin tenin olmak istiyorum. Senin olmak istiyorum. Sen olmak, sen… Sonra yine utanıyor, gözlerimi yere dikip uzaklaşıyorum. Tüm zayıflıklarımdan gurur duyar oluyorum ve insanlar buna cesaret diyorlar. Kabullenişe cesaret diyorlar. Senden her yerde var ama onlara da dokunmaya korkuyorum. Ne kadar tecrübeli olursam olayım, ne kadar öğrenmiş olursam olayım yine de beni yeneceklerini biliyorum. Daha işin başında yüzlerine baktığımda tüm savunmam elimden alınacak; yine kirleneceğim. İçimdeki en ahlaksız kişiliğimle mücadele edemiyorum ve neredeyse tamamen o oluyorum. Lanet olsun yine kirleneceğim. Haz aptalı beynim, bunun için bana olmadık şeyler yaptırabilir. Benim adımı oluşturan harflerin tamamı hazlardan ibaret şimdi.

Senden kaçarken bile sana dönmenin yollarını düşünüyorum. Artık hissettiklerimin ne olduğunu bilmek istiyorum. Kendime, kendimden kaçmadan sormam gereken sorular var. Her duyguyu tanımak ve anlatmak istiyorum. Bilmek istediğim, ben aslında kimim? Kafamda git gide büyüyen soru bu. Aradığımın ne olduğunu bilmiyorum. Tek bildiğim bazen açık verdiğim. Kendime tek tek sıfatlar vererek bu sorunun yanıtını bulabileceğime inanmıyorum. Bu kadar basit değil.

Kimim ben?

Aslında kimim?

- İşte yöntemimiz bu. Hadi güle güle. Uyu şimdi.

Don Quijote

La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote



Klasik nedir, diye sorulduğunda en kısa cevabım; “eskimeyendir” oluyor. Bir eser, yayımlandığı çağda çok popüler olabilir. Nedeni de şansa, rastlantıya veya başka bir sebebe bağlanabilir. Cervantes, tiyatro alanında buna güzel bir örnek verdikten sonra Don Quijote’yi şöyle konuşturuyor: “…ama bu onların başarısını, herkesin hoşuna gitmelerini engellemedi. Yani kabahat zırvalık isteyen yığınlarda değil, başka şey temsil etmeyi bilmeyenlerde.” (Don Quijote I, Yapı Kredi Yayınları, s.410) Çağımızda böyle “zırvalıkları” sergileyenlerin verdikleri cevap, “halk bunu istiyor” oluyor. Sanki daha fazlasını verebileceklermiş gibi. Eğer eser, kendi çağını aşıyor, on yıllar hatta yüzyıllar ötesindeki kuşaklara ulaşıyorsa, haksız üne kavuştuğunu söyleyebilmek güçtür.



Miguel de Cervantes Saavedra’nın ölümsüz eseri Don Quijote, iki kitaptan oluşuyor. Birinci kitabın basıldığı 1605 yılından tam on yıl sonra ikincisi basılıyor. O güne kadar yazılmış şövalye kitaplarının hicvedilmesinin amaçlandığı söyleniyor ki bunda çok başarılı olduğuna hiç şüphe yok. İlk kitapta; ‘Binbir Gece Masalları’ etkisini hissettiğimi oldu ama rastlantı da sayabiliriz. Yine ilk kitapta, handa geçen olaylardaki rastlantılar, derdini anlatan herkesin aradığını da bulması, gerçekçiliği zedeleyecek oranda fazla. Sanço Panza’nın eşeğinin kaybolması-bulunması kısımlarının atlanması ikinci kitapta ustalıkla telafi ediliyor. Yapılan eleştiriler göz önüne alınarak ikinci kitap çok daha ciddi ve temkinli hazırlanmışa benziyor.



Okuyanlar bilecektir, okuyacaklar da görecektir; birinci kitapta 388-389. sayfalarda leğenin tolgaya, semerin koşuma dönüşümü, aşılmazı zor bir ustalıkla işleniyor. Felsefe ve psikoloji tartışmalarında kendisine yer bulmasına hiç şaşırmıyorum.


Anlatım dili için ne söylenebilir? Buzda kayar gibi gidiyor. Uzun diyaloglara rağmen neredeyse hiç aksamadan; sıkmadan ve yormadan okunuyor. Tabi Roza Hakmen’in güzel çevirisinin katkısından söz etmeliyiz.

La Mancha’lı Yaratıcı Asilzate Don Quijote
Miguel de Cervantes Saavedra
Çeviri: Roza Hakmen
Yapı Kredi Yayınları

Baba ve Piç - Elif Şafak

Eleştiriler genelde “… seyrettin mi?” / “… okudun mu?” sorularıyla başlıyor, bütün değerlendirme bir kelimeye sığdırılıyor; “güzeldi”, “kötüydü”, “beğendim”, “beğenmedim”. En zengin eleştiriler belirteç tümleci haline getirilir, daha fazlasına pek rastlanmaz. Görünenin ötesine bakmaya çalışmadıkça eleştiri yapılamaz, yapılanlar da bir-iki kelimeyi aşamaz.

Baba ve Piç’i okumayı düşünmüyordum. Reklâmlarla promosyonlarla burnumuza sokulan kitaplardan uzak durmaya çalışıyorum. Sık sık kitapçıları gezerim, Elif Şafak’ın kitabı, aylardır tezgâh ve raflarda “en çok satan kitaplar”dan biri olarak, ön sıralarda yer buluyor. “Çok satılan kitaplar”ı sanattan uzak, ticaret ve siyaset malzemesi gibi kullanılmasına yabancı değilim. Bu, ürünlerin içeriklerini incelemeden kafamda ister istemez oluşan bir önyargı. Baba ve Piç, böylesi bir kanaatle yetinmeyi tercih etmediğimden, istemeyerek ve hiç roman tadı almadan okuduğum kitaplardan.

Elif Şafak’ın kitabını okumadan önce ve sonra bazı incelemeler yaptım. Virgül dergisinin eski bir sayısında Ömer Türkeş’in “2000 Yılı Romanları” isimli eleştirisine rastladım: “Önceki iki romanını sevmemiştim Elif Şafak’ın, Mahrem’i daha iyi bulduğumu söyleyebilirim; bunda Şafak’ın medyada sıklıkla görülmesi, yüzünü ezberletmesi, kendi romanının neredeyse her bir sayfasını uzun uzun açıklaması ve bizleri metnine alıştırmasının rolü vardır belki de!..” Kitabına talebin sebebinin, desteğini hiç esirgemeyen medya olduğunu kim inkâr edebilir? TCK’nin 301. maddesine göre “Türklüğü elenen aşağılama” iddiasıyla yargılanmasının önemli bir promosyon değeri taşıdığına şüphe etmiyorum. Beraat etmesi sevindiricidir. Üzücü olansa 1915 olaylarının, hâlâ sağlıklı bir şekilde tartışılmaması ve bu tartışmaların böylesi roman ve romancılara bırakılmasıdır.

Kitabın ilginç bir yanına daha değinmek için, Halide Edib Adıvar’ın Sinekli Bakkal’ını hatırlatmak istiyorum. Bu kitap da önce İngilizce olarak, The Clown and His Daughter adıyla, 1935’te Londra’da yayımlanmış, aynı yıl bir gazetede tefrika edildikten sonra 1936 yılında kitap olarak basılmış. Elif Shafak’ın -resmi internet sitesinde aynen böyle yazıyor. Ayrıca İngilizce basılan kitaplarında da ismi bu şekilde- kitabının farkı; henüz orijinalinin bulunmayışı idi. Kitap, “The Bastard of Istanbul” adıyla, Viking firmasından, 18 Ocak 2007’de çıktı. Yeni bir durumu daha tecrübe ettik. İlk defa orijinali piyasada bulunmayan bir kitabın çevirisini okuduk. Ben pek anlam veremedim ama üzerinde fazlaca durmayı gereksiz buluyorum. Eminim konu üzerinde araştıracaklar, siyasi aynı zamanda “sanatsal” komplolara değinecekler olacaktır.

Baba ve Piç’i şöyle özetleyebiliriz: Erkekleri kırkını aşamadan öldüklerinden, sadece kadınlardan oluşan bir Türk ailesi ve bu ailenin en küçük bireyi Zeliha Teyze’nin bir piç doğurmasıyla (Asya) başlıyor roman. Aile, tek erkek çocuğu, aynı zamanda Zeliha Teyze’nin ağabeyi olan Mustafa’yı bu “lanet”ten korumak için, Amerika’ya göndermiş. Amerika’da bulunan Mustafa, Asya ile yaşıt bir kız çocuğuna (Armanuş) sahip Rose’la tanışır. Rose, Ermeni kocasından yeni boşanmıştır ve eski kocasının ailesinden intikam almak için Mustafa’yı kullanır. Mustafa ile Rose daha sonra evlenirler. Asıl hikâye, Asya ve Armanuş on sekiz yaşlarına geldikleri zamanda başlar. Armanuş köklerini merak ettiğinden üvey babasının ailesiyle irtibata geçerek gizlice Türkiye’ye gelir.

Roman mı? Denebilir. Süsü bol, dinsel öğelerin çeşni olarak fakat emanet, eğreti durduğu, “eski Türkçe” kelimelerin yerli-yersiz serpiştirildiği bir “roman”. İslâm’a, Kuran’a göndermeler yapılıyor, gerçeklikten öyle uzak görünüyorlar ki hemen hepsi havada kalıyor, birkaç örnek:

‘Hah! Nihayet gelebildi hanımefendi! Hoş geldin yabancı! Gel sen de katıl bize,” diye seslendi Banu, fırında kızarmış gevrek bir tavuk kanadının üzerinden boynunu uzatarak, ‘Peygamber efendimiz sofranızdaki nimeti yabancılardan esirgemeyin diye nasihat etmiş.’ ” (s.30)

Şu aşamada olsa olsa pıhtı sayılır. Hani ‘o seni bir kan pıhtısından yarattı’ diyor ya Kuran, öyle işte. Pıhtıcık kelimesi hem dine hem bilime daha uygun olur!” (s.36)

Zaman zaman kendini Kuran-ı Kerim’de bahsi geçen esrarengiz mahluk Dabbet-ül Arz’a benzetirdi.” (s.74)

Banu Teyze, çekmecesinde incili bir muhafazanın içinde sakladığı Kuran-ı Kerim’i çıkardı. Bir sayfa açıp rasgele okudu: ‘And olsun ki, biz insanı yarattık. Nefsinin onu ne gibi vesveselere düşürdüğünü biliriz. Bu ona şah damarından daha yakınız.” (s.200)

Roman anlatımında iki tercihimiz bulunuyor. Ya romanın dünyasının tamamen dışında, dışarıdan görüyormuş gibi anlatacağız ya da roman kahramanlarından biri olacağız. Elif Şafak tercihini birincisinden, yaratıcı olmaktan yana kullanmış. Bu sebeple tüm kahramanlarının ne düşündüklerini biliyor. Fakat bununla yetinmiyor tiplerine dair yargısını da kendisi veriyor. Okurun düşünmesine gerek kalmıyor, okur yerine de kendisi düşünüyor.

Amerikalı bir anneden ve Ermeni bir babadan olma Armanuş’un en sevdiği yazar, Milan Kundera. Doğrusu buna hiç şaşırmıyorum. Romanın Türk genç kızı Asya’nın müdavimi olduğu yerin ismi de Kafe Kundera. Bu mekânın diğer müdavimlerinin isimleri bile yok. Sıfat/isim tamlamasından ibaretler. “Aşırı Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi”, “Alkolik Karikatürist”, “Alkolik Karikatüristin Hayatla Kavgalı Karısı”, “Gizli Gay Köşe Yazarı”.

Armanuş’un da müdavimi olduğu bir ortam var, fakat bu ortam sanal. "Cafe Constantinopolis" isimli bir sohbet odası. “Birkaç Yunanlı-Amerikalı, Sefarad-Amerikalı ve Ermeni-Amerikalı” tarafından kurulmuş. Odanın üyelerinin ortak özellikleri, New Yorklu olmaları, bir zamanlar İstanbul’da yaşamış gayrimüslim ailelerin torunları olmaları ve Türklerden hazzetmemeleri. Romanın bana en gerçekçi gelen kısımları, Armanuş’un sanal ortamdaki sohbetleri oldu.

Türk ailesinin erkekleri kırk yaşını aşmadan ölüyorlar. Nedeni belli değil, rasyonalist yaklaşan okurların durumu rastlantıya bağlamaktan başka çareleri yok. Asya’nın teyzesi Banu Hanım’ın cinleri için mantıklı izahat bulmaksa pek mümkün görünmüyor. Banu Teyze’nin iki cini var; Şekerşerbet Hanım ve Ağulu Bey. Sağ omzundaki Şekerşerbet Hanım iyi “sık sık camileri ve kutsal mekânları ziyaret” eden, “Kuran konusunda çok bilgili” bir cin. Bugüne kadar cinler hakkında bu kadar bilgi sahibi olmamıştım. Şekerşerbet Hanım’ı şöyle tarif ediyor:

İyilik saçan, aydınlık bir yüzü başının etrafında mor, pembe ve eflatun tonlarında bir hale vardı; ince, zarif bir boyun, boynunun bitip teknik olarak gövdesinin başlaması gereken yerdeyse sadece duman vardı. Vücudu olmadığından kaide üzerinde duran bir büstü andırırdı ki bundan gayet memnundu. Herkesin gayet iyi bildiği üzre dişi insanların aksine cinler vücutları orantısız diye komplekse kapılmazlar.

Sol omzundaki Ağulu Bey’se “çok yaşlıydı, bir cin için bile çok yaşlı. Bu sayede göründüğünden çok daha güçlüydü. Zira herkesin gayet iyi bildiği üzre, cinler yaşlandıkça güçlenir.

Herkesin gayet iyi bildiklerini bu kitabı okuyana kadar bilmiyordum. Elif Şafak’ın böylesine gayriciddî yazacağını ve işi saçmalama boyutlarına vardıracağını da bilmiyordum. Oysa ilerleyen sayfalarda daha vahim bir durumla karşılaştım. Elif Şafak, 1915 olaylarını Banu Hanım’ın cininin ağzından bize aktarıyor. Bu tavrıyla meseleyi bolca sulandırıyor. Kendi söyleyeceklerini bir roman tipinin ağzına koymak, ne çeşit bir cesaret işidir, merak ediyorum.

Bu “roman” hakkında daha fazla ayrıntıya girmeden sonuca geliyorum. Elif Şafak’ın yarattıklarından hiçbiri, haklarında anlamsız ve gereksiz bir sürü ayrıntıyı öğrenmemize rağmen, tip olmaktan öteye geçemiyorlar. Daha çok kukla tiyatrosunu andırıyorlar. Kitabı okurken en fazla, zamanımın çalındığını hissettim. Piyasa ürünü olduğundan, iyisini beklemiyordum ama beklediğimden kötüsüyle karşılaştım.

Eflatun Solmaz - Köle

  Ya salağa yatarsın. Ya nereye yatarsan yat, salaksın. Dostluklar ısınıyor içimde, transistörler gibi... Zorunlulukların ve arzuların dilek...