edepsizin zoru
aklının oyunları
pes dedirtiyor
fark edilemeyenler
kıs kıs gülüyor
kimin eli bu
tuttuğun kimin
sonra yasak
devreleri yakan
yasak üzerinden
istismar
fark etmez diyor
beni böyle görmüşler
çok mu önemli
şeytana uymak başka
şeytan olmak başka
manyakça telkinlere
uyacak da değilim
şüphe mikrobu bulaşmış
bulaştırandan bile
şüphe ederim
Öğreneceksin
Başa sarsan aynı filmi
Duvardaki bir resim
Arkada çalan şarkı
İlk seferinde görmediğin
Milyonlarca detay
Tekrarı olsaydı yaşamın
Unutmak olmasaydı
Yine de sana bir kare
Dört duvar, bir tavan
Çıkılması imkânsız küre
Öğreneceksin birincisinde
On bininci karesinde
Düzelttikçe hataları
Yitireceksin elbet
Doyumsuz heyecanları
Duvardaki bir resim
Arkada çalan şarkı
İlk seferinde görmediğin
Milyonlarca detay
Tekrarı olsaydı yaşamın
Unutmak olmasaydı
Yine de sana bir kare
Dört duvar, bir tavan
Çıkılması imkânsız küre
Öğreneceksin birincisinde
On bininci karesinde
Düzelttikçe hataları
Yitireceksin elbet
Doyumsuz heyecanları
The Shins - Port of Morrow
“You're not invisible, now.
You just don't exist.” (The Rifle's Spiral)
Son zamanlarda kendini baştan sonra dinletecek albüm bulamamanın sıkıntısını bilmem siz de yaşıyor musunuz? İ.Ö. (internet öncesi) zamanlarda bu sıkıntı, biraz da zorunluluktan kaynaklandığından, yaşanmıyordu. Kasetlerimizi teybe koyar, çevirir çevirir dinlerdik. Olanaksızlığımız, sadece öne çıkan şarkıların değil, diğer şarkıların da dinlenmeye değer olduğunu gösterirdi. The Shins’in Port of Morrow çalışması, bana bir albümü tekrar tekrar dinleme keyfini yaşatabilenlerden.
The Shins, 1996 yılında kurulmuş Amerikalı bağımsız rock grubu. Sonuncusu 2012’de çıkan (Port Of Morrow) beş tane stüdyo albümleri var. Grupla tanışmam “It’s Only Life”ın klibiyle oldu. Şarkının sözleri de klip kadar etkileyiciydi. Tüm albümü için söyleyeceğimse, neredeyse hiç boş geçmedikleri. Tüm parçaların söz yazarı ve bestecisi, aynı zamanda grubun solisti olan James Mercer’e ait.
You just don't exist.” (The Rifle's Spiral)
Son zamanlarda kendini baştan sonra dinletecek albüm bulamamanın sıkıntısını bilmem siz de yaşıyor musunuz? İ.Ö. (internet öncesi) zamanlarda bu sıkıntı, biraz da zorunluluktan kaynaklandığından, yaşanmıyordu. Kasetlerimizi teybe koyar, çevirir çevirir dinlerdik. Olanaksızlığımız, sadece öne çıkan şarkıların değil, diğer şarkıların da dinlenmeye değer olduğunu gösterirdi. The Shins’in Port of Morrow çalışması, bana bir albümü tekrar tekrar dinleme keyfini yaşatabilenlerden.
The Shins, 1996 yılında kurulmuş Amerikalı bağımsız rock grubu. Sonuncusu 2012’de çıkan (Port Of Morrow) beş tane stüdyo albümleri var. Grupla tanışmam “It’s Only Life”ın klibiyle oldu. Şarkının sözleri de klip kadar etkileyiciydi. Tüm albümü için söyleyeceğimse, neredeyse hiç boş geçmedikleri. Tüm parçaların söz yazarı ve bestecisi, aynı zamanda grubun solisti olan James Mercer’e ait.
Albümün ilk üç şarkısının, birbirinden güzel kliplerini beğeninize sunuyorum.
Ev Sahibi
Beklemekle geçiyor zamanım
Yazın sıcaklığı, kışın yalnızlığı
Çalınsın diye beklemiyorum
Ötekileri yok etmişim
Basmak için düğmesi yok
Dairemin kapı zilinin
Yazın sıcaklığı, kışın yalnızlığı
Çalınsın diye beklemiyorum
Ötekileri yok etmişim
Basmak için düğmesi yok
Dairemin kapı zilinin
İlham Perisi'yle Sohbet
— Yine mi küstün? Gel iki dakika, sensiz yazamıyorum… Yok, devamını getiremiyorum. Hep aynı yerde takılıp kalıyorum.
— Kendinden çık.
— Anlamadım.
— Kendinden çık diyorum. Başka türlü yazamazsın.
— Kendimden nasıl çıkacağım? İlham perim bile bana benziyor.
— Benziyorum ama farklıyım. Şu haline bak! Saç sakal birbirine karışmış. Giyimin dökülüyor.
— Ne yapayım, sen gelesin diye smokin mi giyeyim?
— Mesele ben değilim kardeşim. Biraz düzenli ol, tertipli ol.
— Ya ben seni ilham ver diye çağırdım, akıl ver diye değil.
— Verdiğimle yetineceksin. Benimle birkaç kelime konuşmak için yıllardır yalvaran bir sürü insan var. Git dersen giderim, hiç dert değil.
— Tamam tamam. Kendimden çıkıyorum, sonra?
— Sonra gözlerini kapat.
— Kapattım.
— Gözünün önüne gelen ilk görüntüyü söyle.
— …
— Eee?
— Görüntü gelmiyor. Alıcıda sorun olmasın?
— Ya sen adam olmazsın. Senin başına zebani dikmeli.
— Of ya! Yazma isteğim büsbütün kaçtı.
— Tamam canım, sen dinlen orada. Ben yazar sana veririm.
— Sahi mi?
— Madem bir boka yaramayacak, niye tutuyorsun o kalemi elinde?
— İlham gelir dedim belki. Geldi gelmesine ama sadece kafa şişiriyor.
— İyi. Bundan sonrası sana kalmış. Ben gidiyorum.
— Tamam, güle güle. Be başımın çaresine bakarım. Bi’ daha geldiğinde kafan benimkinden dolu olsun da faydan dokunsun.
— Nankör.
— Öööf, öf.
— Çık dışarı biraz hava al.
— Bak ya! Hâlâ akıl veriyor.
— Şu sakallarını da kes.
— …
— Kendinden çık.
— Anlamadım.
— Kendinden çık diyorum. Başka türlü yazamazsın.
— Kendimden nasıl çıkacağım? İlham perim bile bana benziyor.
— Benziyorum ama farklıyım. Şu haline bak! Saç sakal birbirine karışmış. Giyimin dökülüyor.
— Ne yapayım, sen gelesin diye smokin mi giyeyim?
— Mesele ben değilim kardeşim. Biraz düzenli ol, tertipli ol.
— Ya ben seni ilham ver diye çağırdım, akıl ver diye değil.
— Verdiğimle yetineceksin. Benimle birkaç kelime konuşmak için yıllardır yalvaran bir sürü insan var. Git dersen giderim, hiç dert değil.
— Tamam tamam. Kendimden çıkıyorum, sonra?
— Sonra gözlerini kapat.
— Kapattım.
— Gözünün önüne gelen ilk görüntüyü söyle.
— …
— Eee?
— Görüntü gelmiyor. Alıcıda sorun olmasın?
— Ya sen adam olmazsın. Senin başına zebani dikmeli.
— Of ya! Yazma isteğim büsbütün kaçtı.
— Tamam canım, sen dinlen orada. Ben yazar sana veririm.
— Sahi mi?
— Madem bir boka yaramayacak, niye tutuyorsun o kalemi elinde?
— İlham gelir dedim belki. Geldi gelmesine ama sadece kafa şişiriyor.
— İyi. Bundan sonrası sana kalmış. Ben gidiyorum.
— Tamam, güle güle. Be başımın çaresine bakarım. Bi’ daha geldiğinde kafan benimkinden dolu olsun da faydan dokunsun.
— Nankör.
— Öööf, öf.
— Çık dışarı biraz hava al.
— Bak ya! Hâlâ akıl veriyor.
— Şu sakallarını da kes.
— …
Promil
İçelim, kanserden beter yayılsın keder
Kendimize geleceğimiz yok, içelim daha beter
Zat-ı şahaneleri bir tek kendisine acımakta
Beyni sulandıkça sağa sola saldırmakta
Dil kemikten mahrum fakat nedir bu halin
Zor dönmekte ağzının içinde söylediklerin
Kendimize geleceğimiz yok, içelim daha beter
Zat-ı şahaneleri bir tek kendisine acımakta
Beyni sulandıkça sağa sola saldırmakta
Dil kemikten mahrum fakat nedir bu halin
Zor dönmekte ağzının içinde söylediklerin
İnsanlık Ölçüleri
Konuk Yazar: Tevfik Sayın

Sevgiyle başlayıp, sevgimizin ölçülmesinden bahsetmek yerinde olur mu acaba? Bırakalım kendimizi sonsuz, sınırsızın bizde bizi seyrine ve bakalım nerelere gittiğimize... Kendimize önce bir nirengi noktası alalım ki, yolculuğumuzda bilmediğimiz yerlere ulaşırsak geri dönmek kolay olsun. Dünya üstündeki çoğu sistemin din olgusu üzerine kurulu olması tabelasından başlayalım yolumuza.
Dinler insanlık tarihinin başından beri insanları her alanda bir düzene oturtmaya çalışmışlardır. Hz. Âdem, selam üzerine olsun, insansılara din ile hitap etmiş ve insansılıktan insana geçiş yolunda Tanrı buyruklarını yaymıştır. Ardındaki bütün seçilmişlerde bu buyrukların her aşamada gelişmiş hallerini, insanların gelişmesiyle beraber, onlara hitap edecek din yönlendirmeleriyle düzeltmeye çalışıp, hem bireysel safta hem de toplumsal safta geliştirmeye, insan olmaya, Tanrı’nın kulları olmaya çağırmışlardır. Onlar bile bunu yaparken kendilerine ölçülü olmaları, hiç kimsenin üzerinde zorlayıcı olmadıkları, sadece uyarıcı oldukları konusunda uyarılmışlardır.
Ancak günümüzde akıl yürütmekten uzaklaştırılmış, ezbere alıştırılmış bizler ve toplumumuz, gitgide her konuda ölçüden uzaklaşıyoruz. Yemeği ölçüsüz yiyoruz, eğlenceyi ölçüsüz yaşıyoruz, diziyi ölçüsüz izleyip sayesinde yıkanan beyinlerimizle ölçüsüz davranıyoruz... Nerde kaldı ilahi dinlerin/düzenlerin üzerinde söz birliği yaptığı ölçülü olmak!
Bizler hayatımızda bunu ne kadar uygulayabiliyoruz, önemli bir soru tabii. Bazen işimizde çalışırken ipin ucunu kaçırıyoruz, her şeyimizle işe yönelip, anamızı, babamızı, karımızı, çocuğumuzu unutuyoruz; bir telefon edip bir dakika tebessüm bile edemiyoruz! Bunun stresiyle sinirlenmek konusunda ölçülü olmak bir yana, ipin ucunu tamamen elden kaçırıp belki de en yakınlarımızdakilerden alıyoruz ölçüsüz çalışmanın ölçüsüz hıncını, hak etmedikleri halde. Sonrasında da evrensel "herkes sadece yaptığının karşılığını alacaktır" hükmüyle burun buruna gelip, başımıza gelenlerden başkalarını sorumlu tutmaya kalkıyoruz, halen etrafımızda ve içimizde sonsuz, sınırsızın hazırladığı mükemmel ölçülü sistem içinde.
Maddiyat denizinde o kadar derinlere dalıyoruz ki bazen, dipte vurgun yiyip sarhoş oluyoruz. Bu da bizleri yaratılış amacımızdan uzaklaştırıp hakikatte var bile olmayan materyale donduruyor. Şuurlu yaşayıp, hem bu dünya hem de bundan sonraki yaşantımız için gerekli çalışmaları ölçülü yapacakken, hadsizce bir kuruş daha nasıl kazanırım düşüncesi içinde başkalarına zarar vermiş olabileceğimizi ya da zarar verebileceğimizi düşünmeden, atın önüne oltayla tutturulmuş seker gibi, biz gittikçe bizle giden bizi bu oyunda oyalayan materyallere...
Peki nasıl davranmalı evrene? Evren; salt enerji, havsalamızın almadığı biçim, sonsuz dalga hareketleri, stringlerin dansı, quark ve quantların sıkışmaları, elektronların yüksek hızı, atomun diğer atomlarla bağlanması, moleküllerin ortaya çıkışı, hücrenin ağır hareketi, organlar ve tümel yapı insan... Tabii bizim boyutumuzda ve kapasitemizde ölçme yeteneğine sahip yaratılmışlar için bu böyle. Düşünmek lazım, bu anlattıklarımızın hepsi bir âlem, hepsi bir yaratı, hepsinin kendine göre bir yaşantısı var. Algımızı açmak için; en kolay yoldan şöyle düşünebiliriz: Nasıl ki bizim içinde olup algıladığımız boyutlardan oluşan âlemde doğmak, büyümek, okula gitmek, yemek yemek, sevişmek, okumak, çalışmak, iş bulabilmek, yaslanmak vb... fiiller altına gizlenmiş bir yasam modeli yaratıldıysa; iste onların âlemlerinde de onlara uygun olarak yine sonsuz, sınırsızın harika bir ölçümle tasarladığı bir fiiller altı mecburi yasam modeli var.
Simdi yolumuzu mikrodan zamansal mitlere çevirelim. Pi sayısı, bir ölçüm aracı. 3,141... Sonsuza kadar uzanan ve hiç tükenmeyen bir sarmal, yaratıcının sanatının bir göstergesi olabilir mi acaba? Bu sonsuza uzanan modeliyle, el an (her an) yeni bir sanda olmanın ölçüsü olarak! Bu ölçü birimi çoğu eserde kullanılmış, hatta bazen belki de bilinçsiz bilinçlilik halinde de el an kullanılıyordur. Tabii bu konuda da değerlendirme sadece sonsuz, sınırsıza aittir...
Ölçünün de altını olur mu? Günümüzde ulaşılmış bir tanımlama var; altın oran: 1,618. Da Vinci’nin makinelerinde, mükemmel mimari yapılarda kullanılmış. Doğada ve insanda ise her yerde bu sayı kullanılmış, 1,618... Yüzümüzde üst dudağın buruna, alt dudağın çenemize; omzumuzdan dirseğimize, omzumuzdan parmak ucumuza kadar vb... binlercesinin uzaklığının sırrı hep bu Tanrısal sanat estetiği 1,618'dedir. Enlem boylam haritasına göre dünyanın altın oranı da yine bu sayıda gizlidir. Biraz araştırırsanız nereye geldiğini rahatlıkla bulabilirsiniz.
Demek ki Einstein'ın dediği gibi yaratıcı zar atmaz ve her şeyi mükemmel, benzersiz bir ölçü ile meydana getirmiş ve benzer şekilde isteklerinin ölçüyle yapılmasını istemektedir. Sisteminin uygulanışında kesinlikle zorlama yoktur prensibinde kesinlikle bir esneklik yoktur ve hüküm en ufak fire verilmeden, ilahi ölçü içinde gerçekleşmektedir.
İşte başladığımız noktayı uzaktan görmeye başladık. Yaratıcı tüm bu ölçüleri neden koydu, onu bu ölçülerde sevmeyi öğrenebilmemiz için mi acaba? İşte bunu yaparken el an tüm hareketlerimiz ve bundan çıkan fiillerin etkileri ölçülmekte ve bize aynen geri dönmektedir. Ne eksik, ne fazla yaptıklarıyla değerlendirilecekler hükmü her anımızda yürürlüktedir. Ölçüsüz davranımdan uzaklaşıp, her şeyimizi istenilenler çerçevesinde yaptığımız sürece bizlere ölçülü davranılacağı öğretisi verilmektedir. Siz siz olun âlemlerin yaratıcısının bizlere yaptığı önermelere uyun ki ölçülü davranılanlardan olasınız. Selam isminin manalarına bürünüp, algılayıp kapasitenizin ölçüsüyle yasayabilmeniz talebiyle.
Saygilar-Selamlar

Sevgiyle başlayıp, sevgimizin ölçülmesinden bahsetmek yerinde olur mu acaba? Bırakalım kendimizi sonsuz, sınırsızın bizde bizi seyrine ve bakalım nerelere gittiğimize... Kendimize önce bir nirengi noktası alalım ki, yolculuğumuzda bilmediğimiz yerlere ulaşırsak geri dönmek kolay olsun. Dünya üstündeki çoğu sistemin din olgusu üzerine kurulu olması tabelasından başlayalım yolumuza.
Dinler insanlık tarihinin başından beri insanları her alanda bir düzene oturtmaya çalışmışlardır. Hz. Âdem, selam üzerine olsun, insansılara din ile hitap etmiş ve insansılıktan insana geçiş yolunda Tanrı buyruklarını yaymıştır. Ardındaki bütün seçilmişlerde bu buyrukların her aşamada gelişmiş hallerini, insanların gelişmesiyle beraber, onlara hitap edecek din yönlendirmeleriyle düzeltmeye çalışıp, hem bireysel safta hem de toplumsal safta geliştirmeye, insan olmaya, Tanrı’nın kulları olmaya çağırmışlardır. Onlar bile bunu yaparken kendilerine ölçülü olmaları, hiç kimsenin üzerinde zorlayıcı olmadıkları, sadece uyarıcı oldukları konusunda uyarılmışlardır.
Ancak günümüzde akıl yürütmekten uzaklaştırılmış, ezbere alıştırılmış bizler ve toplumumuz, gitgide her konuda ölçüden uzaklaşıyoruz. Yemeği ölçüsüz yiyoruz, eğlenceyi ölçüsüz yaşıyoruz, diziyi ölçüsüz izleyip sayesinde yıkanan beyinlerimizle ölçüsüz davranıyoruz... Nerde kaldı ilahi dinlerin/düzenlerin üzerinde söz birliği yaptığı ölçülü olmak!
Bizler hayatımızda bunu ne kadar uygulayabiliyoruz, önemli bir soru tabii. Bazen işimizde çalışırken ipin ucunu kaçırıyoruz, her şeyimizle işe yönelip, anamızı, babamızı, karımızı, çocuğumuzu unutuyoruz; bir telefon edip bir dakika tebessüm bile edemiyoruz! Bunun stresiyle sinirlenmek konusunda ölçülü olmak bir yana, ipin ucunu tamamen elden kaçırıp belki de en yakınlarımızdakilerden alıyoruz ölçüsüz çalışmanın ölçüsüz hıncını, hak etmedikleri halde. Sonrasında da evrensel "herkes sadece yaptığının karşılığını alacaktır" hükmüyle burun buruna gelip, başımıza gelenlerden başkalarını sorumlu tutmaya kalkıyoruz, halen etrafımızda ve içimizde sonsuz, sınırsızın hazırladığı mükemmel ölçülü sistem içinde.
Maddiyat denizinde o kadar derinlere dalıyoruz ki bazen, dipte vurgun yiyip sarhoş oluyoruz. Bu da bizleri yaratılış amacımızdan uzaklaştırıp hakikatte var bile olmayan materyale donduruyor. Şuurlu yaşayıp, hem bu dünya hem de bundan sonraki yaşantımız için gerekli çalışmaları ölçülü yapacakken, hadsizce bir kuruş daha nasıl kazanırım düşüncesi içinde başkalarına zarar vermiş olabileceğimizi ya da zarar verebileceğimizi düşünmeden, atın önüne oltayla tutturulmuş seker gibi, biz gittikçe bizle giden bizi bu oyunda oyalayan materyallere...
Peki nasıl davranmalı evrene? Evren; salt enerji, havsalamızın almadığı biçim, sonsuz dalga hareketleri, stringlerin dansı, quark ve quantların sıkışmaları, elektronların yüksek hızı, atomun diğer atomlarla bağlanması, moleküllerin ortaya çıkışı, hücrenin ağır hareketi, organlar ve tümel yapı insan... Tabii bizim boyutumuzda ve kapasitemizde ölçme yeteneğine sahip yaratılmışlar için bu böyle. Düşünmek lazım, bu anlattıklarımızın hepsi bir âlem, hepsi bir yaratı, hepsinin kendine göre bir yaşantısı var. Algımızı açmak için; en kolay yoldan şöyle düşünebiliriz: Nasıl ki bizim içinde olup algıladığımız boyutlardan oluşan âlemde doğmak, büyümek, okula gitmek, yemek yemek, sevişmek, okumak, çalışmak, iş bulabilmek, yaslanmak vb... fiiller altına gizlenmiş bir yasam modeli yaratıldıysa; iste onların âlemlerinde de onlara uygun olarak yine sonsuz, sınırsızın harika bir ölçümle tasarladığı bir fiiller altı mecburi yasam modeli var.
Simdi yolumuzu mikrodan zamansal mitlere çevirelim. Pi sayısı, bir ölçüm aracı. 3,141... Sonsuza kadar uzanan ve hiç tükenmeyen bir sarmal, yaratıcının sanatının bir göstergesi olabilir mi acaba? Bu sonsuza uzanan modeliyle, el an (her an) yeni bir sanda olmanın ölçüsü olarak! Bu ölçü birimi çoğu eserde kullanılmış, hatta bazen belki de bilinçsiz bilinçlilik halinde de el an kullanılıyordur. Tabii bu konuda da değerlendirme sadece sonsuz, sınırsıza aittir...
Ölçünün de altını olur mu? Günümüzde ulaşılmış bir tanımlama var; altın oran: 1,618. Da Vinci’nin makinelerinde, mükemmel mimari yapılarda kullanılmış. Doğada ve insanda ise her yerde bu sayı kullanılmış, 1,618... Yüzümüzde üst dudağın buruna, alt dudağın çenemize; omzumuzdan dirseğimize, omzumuzdan parmak ucumuza kadar vb... binlercesinin uzaklığının sırrı hep bu Tanrısal sanat estetiği 1,618'dedir. Enlem boylam haritasına göre dünyanın altın oranı da yine bu sayıda gizlidir. Biraz araştırırsanız nereye geldiğini rahatlıkla bulabilirsiniz.Demek ki Einstein'ın dediği gibi yaratıcı zar atmaz ve her şeyi mükemmel, benzersiz bir ölçü ile meydana getirmiş ve benzer şekilde isteklerinin ölçüyle yapılmasını istemektedir. Sisteminin uygulanışında kesinlikle zorlama yoktur prensibinde kesinlikle bir esneklik yoktur ve hüküm en ufak fire verilmeden, ilahi ölçü içinde gerçekleşmektedir.
İşte başladığımız noktayı uzaktan görmeye başladık. Yaratıcı tüm bu ölçüleri neden koydu, onu bu ölçülerde sevmeyi öğrenebilmemiz için mi acaba? İşte bunu yaparken el an tüm hareketlerimiz ve bundan çıkan fiillerin etkileri ölçülmekte ve bize aynen geri dönmektedir. Ne eksik, ne fazla yaptıklarıyla değerlendirilecekler hükmü her anımızda yürürlüktedir. Ölçüsüz davranımdan uzaklaşıp, her şeyimizi istenilenler çerçevesinde yaptığımız sürece bizlere ölçülü davranılacağı öğretisi verilmektedir. Siz siz olun âlemlerin yaratıcısının bizlere yaptığı önermelere uyun ki ölçülü davranılanlardan olasınız. Selam isminin manalarına bürünüp, algılayıp kapasitenizin ölçüsüyle yasayabilmeniz talebiyle.
Saygilar-Selamlar
İsm-i Mahfuz
Perim nerede
Yalnızdım, koynuma girdi
Düşüm nerede
Uyandım, kâbusum oldu
Korkum nerede
Arkadaşımın yüzüne yapıştı
Sadakatim nerede
Anahtar deliğinden kaçtı
Kocaman omuzları
Arkasında ne vardı
Göreyim, göremem
Sen misin tek
Benim varlığım
Çocuk gibiyim
Merak ederim
Aşkının nemi
Sırılsıklamım
Çekil göreyim
Daha olmalı
Yana eğildim
Sağa ve sola
Çekil göreyim
Ne var ardında
Bir ışık sanki
Belli belirsiz
Gördüm ya durmam
Ona giderim
Senin varlığın
Beni gereksiz…
Tadına doyulmaz gündüz rüyası
İçinde bir masa uçsuz bucaksız
Kırk beş çeşit kuş sütü bile
Aldım çatalı batırdım ele
Boş hevese dalmayayım diye
Çatal batıyor, canım yanmıyor
Çatal batıyor, canım yanmıyor
Yanmadı canım
Sıkıldı ama
İşte sunduğun
Bu sahte softa
Seni sevmişim
Ardında hiçlik
Seni tatmışım
Tadında hiçlik
Sevgilim nerde
Altın yüzüğe koydum
Şiirim nerde
Klozetine kustum
Aklım nerde
Sabah ezanı sattım
İmanım nerde
Bütün evrene saçtım
Yalnızdım, koynuma girdi
Düşüm nerede
Uyandım, kâbusum oldu
Korkum nerede
Arkadaşımın yüzüne yapıştı
Sadakatim nerede
Anahtar deliğinden kaçtı
Kocaman omuzları
Arkasında ne vardı
Göreyim, göremem
Sen misin tek
Benim varlığım
Çocuk gibiyim
Merak ederim
Aşkının nemi
Sırılsıklamım
Çekil göreyim
Daha olmalı
Yana eğildim
Sağa ve sola
Çekil göreyim
Ne var ardında
Bir ışık sanki
Belli belirsiz
Gördüm ya durmam
Ona giderim
Senin varlığın
Beni gereksiz…
Tadına doyulmaz gündüz rüyası
İçinde bir masa uçsuz bucaksız
Kırk beş çeşit kuş sütü bile
Aldım çatalı batırdım ele
Boş hevese dalmayayım diye
Çatal batıyor, canım yanmıyor
Çatal batıyor, canım yanmıyor
Yanmadı canım
Sıkıldı ama
İşte sunduğun
Bu sahte softa
Seni sevmişim
Ardında hiçlik
Seni tatmışım
Tadında hiçlik
Sevgilim nerde
Altın yüzüğe koydum
Şiirim nerde
Klozetine kustum
Aklım nerde
Sabah ezanı sattım
İmanım nerde
Bütün evrene saçtım
Yediye Üç "An"
Vahşileşen şairsin
Konuşmayı unutup
Satırlarda anlatan
Kan kardeşiyiz senle
Benden başkasına yok
Biliyorsun ki faydan
Kelimeler oyuncak
Çırakken kalfa olup
Pişirildiğimiz an
Benim yüzüm yüzündür
Benim sesimse sesin
Ellerim ise belan
Rahat durmam bilirsin
Hemen oyun oynarım
Cüppe bulduğum zaman
Usluluğuma bakma
Ahlaksız değil isem
Olanaksızlığımdan
Konuşmayı unutup
Satırlarda anlatan
Kan kardeşiyiz senle
Benden başkasına yok
Biliyorsun ki faydan
Kelimeler oyuncak
Çırakken kalfa olup
Pişirildiğimiz an
Benim yüzüm yüzündür
Benim sesimse sesin
Ellerim ise belan
Rahat durmam bilirsin
Hemen oyun oynarım
Cüppe bulduğum zaman
Usluluğuma bakma
Ahlaksız değil isem
Olanaksızlığımdan
Darbezede
Korusun dedim kulaklıklar
Başka bir odanın
insan zekasına hakaret
televizyon gürültüsünden
Başıma gelene bak
Beklemediğim şarkıdan vuruldum.
Başka bir odanın
insan zekasına hakaret
televizyon gürültüsünden
Başıma gelene bak
Beklemediğim şarkıdan vuruldum.
Sofrada Akıl Sesleri
Gülüyorlar bana, içimden güldüklerim
Neye güldüğümüzü
Ne onlar biliyor ne de ben
(...sana inandım, sana güvendim...)
Bir oyundur gidiyor
Giren çıkan belli değil
Hiç abartısı yok
Pireler berber, develer tellal
(...beni, ailemi, milletimi,
devletimi ve bütün inananları...)
Kahramanlar öyle aciz
Duymak yakıyor kulakları
Soluklaşan hakikati
(...ve yardımını esirgeme...)
Ne düşünürlerse düşünsünler
Umursadığım olmadı ki
(Her türlü güçlüğe karşı dayanma gücü..)
Neye güldüğümüzü
Ne onlar biliyor ne de ben
(...sana inandım, sana güvendim...)
Bir oyundur gidiyor
Giren çıkan belli değil
Hiç abartısı yok
Pireler berber, develer tellal
(...beni, ailemi, milletimi,
devletimi ve bütün inananları...)
Kahramanlar öyle aciz
Duymak yakıyor kulakları
Soluklaşan hakikati
(...ve yardımını esirgeme...)
Ne düşünürlerse düşünsünler
Umursadığım olmadı ki
(Her türlü güçlüğe karşı dayanma gücü..)
Dino Buzatti - Tatar Çölü

Bu kitabın başka bir ismi olsaydı, herhalde “beklemek” olurdu. Beklemek, insanın en zavallı ve en yaygın halidir. Harekete geçmeyi bekleriz, alışkanlıklarımızdan kurtulacağımız günü bekleriz, mutlu olmayı bekleriz, hep bekleriz. Çaba sarf etmeden yaşamak için anahtar kelimedir. Kendi kendimize kurduğumuz çaresizliğin adıdır. Kendimizde eksikliğin ne olduğunu keşfedemeden bekler, bir hiç olarak ölür gideriz. Bekleyen insan zavallıdır, çünkü gücü varken hareketsizdir. Yapabileceklerine gücü yetecekken bir komut, bir işaret, bir gerekçe arayarak eylemsizliğini sürdürür. Son nefese yaklaştığında ise, içinde boşa geçen zamanın derin pişmanlığını hisseder. O anda yapabileceğiyse sadece kendine acımaktır.
Buzatti’nin karakteri Giovanni Drogo da bu acıklı bekleyişin içine düşenlerden. Sessizliğin, durağanlığın kalesi Bastiani’ye geldiğinde henüz genç bir teğmendir. Bastiani Kalesi ise o kapkara durağanlığıyla bütün gençlikleri yutan bir ejderdir.
Kendi içindeki boşluğu kainatla bile dolduramayanlar, bir de bu kitabı okumayı denesinler. Kahraman olmaya hazır, bekleyişle geçen bir ömre hayatın nasıl bir oyun oynayabileceğini görsünler. Sanatseverlere, kitapseverlere tavsiyem muhtemelen gereksiz, onlar bu eserle çoktan tanışmışlardır.
Eylülün Kulak Misafiri
— Özgür irade bir hatadır, öyle mi?
— Kusursuz hesap yapabilen bir beynimiz olsa, seçmemiz gereken bellidir.
— Ama biz hep doğruyu seçmeyiz.
— Çünkü bilmeyiz.
— Teori olmadan pratik olur mu?
— Olur ama balçık gibi olur. Pratik olmadan da teori olur. O da mevlana şekeri gibi olur. Katı ama toz olmaya müsait, kuru.
— Ee tabi kurabiye değil, ağızda dağılanı makbul olsun.
— Oyun hamuru makbulüdür.
— Okur musun?
— Okurum.
— Ne okursun?
— Bildiğimi okurum.
— Sana bir şey aldım.
— Ne aldın?
— Tahmin et.
— Kitap.
— Cevap vereceğim ama iki seçenek sunuyorum sana. Gerçeği mi istiyorsun, uydurmamı mı?
— Hangi anlamda?
— Bunun ne anlama geldiği…
— Hee. Ne anlatıyor?
— Gerçeği istiyorsan, sabretmen gerekiyor, öğrenmem gerek. Ama uydurmamı istiyorsan hazır.
— Ne yapayım uydurmanı?
— Vatan için ölürüm. Vatan benim ailem.
— Ben bu yüzden vatansızlığı seviyorum.
— Ailesizliği yani.
— Adil olmayan bir Tanrı…
— Sen entropinin hüküm galip geldiği evreni istiyorsun. Orada adalet vardır ama hayat yoktur.
— Ne uğursuz, ne nursuz ölüleriniz varmış kardeşim. İnsanın ödünü patlatmaktan başka iş bilmiyorlar.
— Ruh gidince geriye kalandan pek hayır gelmez.
— Ne ruhu?
— Tuz ruhu.
— Bu çağı kimse sevmiyor, baksana doğru dürüst romanı bile yok.
— Belki de görselin çağında olduğumuzdandır.
— O yüzden daha az görür olduk.
— Kendini öldürmek isteyeni önlemlerin durdurabileceğine inanıyor musunuz?
— Hayır. Ama bizi sorumluluktan kurtaracaktır.
— Kusursuz hesap yapabilen bir beynimiz olsa, seçmemiz gereken bellidir.
— Ama biz hep doğruyu seçmeyiz.
— Çünkü bilmeyiz.
* * *
— Teori olmadan pratik olur mu?
— Olur ama balçık gibi olur. Pratik olmadan da teori olur. O da mevlana şekeri gibi olur. Katı ama toz olmaya müsait, kuru.
— Ee tabi kurabiye değil, ağızda dağılanı makbul olsun.
— Oyun hamuru makbulüdür.
* * *
— Okur musun?
— Okurum.
— Ne okursun?
— Bildiğimi okurum.
* * *
— Sana bir şey aldım.
— Ne aldın?
— Tahmin et.
— Kitap.
* * *
— Cevap vereceğim ama iki seçenek sunuyorum sana. Gerçeği mi istiyorsun, uydurmamı mı?
— Hangi anlamda?
— Bunun ne anlama geldiği…
— Hee. Ne anlatıyor?
— Gerçeği istiyorsan, sabretmen gerekiyor, öğrenmem gerek. Ama uydurmamı istiyorsan hazır.
— Ne yapayım uydurmanı?
* * *
— Vatan için ölürüm. Vatan benim ailem.
— Ben bu yüzden vatansızlığı seviyorum.
— Ailesizliği yani.
* * *
— Adil olmayan bir Tanrı…
— Sen entropinin hüküm galip geldiği evreni istiyorsun. Orada adalet vardır ama hayat yoktur.
* * *
— Ne uğursuz, ne nursuz ölüleriniz varmış kardeşim. İnsanın ödünü patlatmaktan başka iş bilmiyorlar.
— Ruh gidince geriye kalandan pek hayır gelmez.
— Ne ruhu?
— Tuz ruhu.
* * *
— Bu çağı kimse sevmiyor, baksana doğru dürüst romanı bile yok.
— Belki de görselin çağında olduğumuzdandır.
— O yüzden daha az görür olduk.
* * *
— Kendini öldürmek isteyeni önlemlerin durdurabileceğine inanıyor musunuz?
— Hayır. Ama bizi sorumluluktan kurtaracaktır.
Ölçüsü Tutmayan Yazı
"Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum"
Ahmet Telli
Birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum"
Ahmet Telli
Ferhan Şensoy’un bir oyununu hatırlıyorum. Delirmenin kolay yolunu anlatıyordu. Elinize bir kâğıt kalem alın, bir kelimeyi yazın diyordu. Sonrasını net hatırlamıyor, bir miktar uydurarak katkıda bulunuyorum. Aşağı yukarı şöyleydi: Kelimeyi sürekli tekrar edin, heceleyin, tekrar edin… Kelime bir süre sonra kontrolden çıkacak ve sizi de yanında götürecek.
Ölçü… Kelimeyi yazıyor ve tekrar ediyorum. Tekrar… tekrar… tekrar… Öl-çü, öl-çü, öl-çü, ölçü, ölçü… Zaten anlamını doğru dürüst yakalayamamışım, iyice ipin ucunu kaçırıyorum. Delirmek değil, yazmak niyetinde olduğumdan bırakıyorum.
Ölçü… Öl… Ölümle ilgisi var mı? Anlamı genişlettikten sonra her kavram, evreni dahi içine alabilecek hale gelebilir. Osmanlıca sözlüklere bakıyorum, hiç yeri yok, genç bir kelime çünkü. Anlamından yola çıkarak “mikyas”, “mesaha”, “mikdâr”, “derece”, “tedbir”, “had”, “müsâade”, “vezin”, “miyân”, “nisbet” kelimelerini bulabiliyoruz. Başlangıç için iyi, yine de yardımcı olmuyorlar. Türkçe sözlükler tatmin edici gelmiyor. Etimiolojik sözlükler, tarama sözlükleri, felsefe sözlükleri… Hepsine göz atıyor, yardım dileniyorum.
Kendimle başlayayım. Bir arkadaşımın konu hakkında karaladıklarına bakıyorum, gülüyorum. İlkokul panosuna asmaya yüzüm tutmaz. Bendeki ilk çağrışımı mesafe, iki insan arasında tesis edilen, sonra sosyal insanın içinden çıkamadığı bir zorunluluk. Neden anlamıyorum, bu sözcüğe karşı hiç sempati duymuyorum. Sanki boğazımı sıkıyor. Alışık olmadığın, zorunlu kalmadıkça kullanmadığım boyunbağı sanki.
Editörümüz, ilk sayı için konuyu söylediğinde hayal kırıklığına uğradığımı gizlemeyeceğim. Yazmaya âşık biri olarak beni böylesine çaresiz bırakacak konuyla başlamak istemezdim. Doğrusu, oyalana oyalana yazımı son haftalara kadar ertelemem de bu yüzdendir. Sonra editörümüzün ikna edici tehditlerinin faydası oldu. Daha teşvik edicisi ise, zerre inandırıcı bulmadığım övgüleriydi. Kalemimden kan damlıyormuş, bensiz bu dergi çıkmazmış. Yahu kim tanır beni? Beğendiğin bir yazımı söyle desem, yere sığdıramadı ya, bir de gökte yer açayım diyecek. İnanmasam da gururum okşanmadı değil. İşte meramımı arz edip huzura çıktım.
İyi de neden ölçü? Bir yerinden dokunsam yetermiş, illa süjeyi lif lif, atom atom parçalamam gerekmezmiş. Al sana bir ölçü sorusu, kaç sayfa yazacağım? Fark etmezmiş, uzunlar kadar kısa yazıları da ihtiyaç varmış. Bir de zaman ölçüsü sorusu, ne zamana yetiştirilecek? Neyse, bu detaylarla sizi sıkmayayım. Tanışma faslı ya, hakkımda fikriniz olur ümidiyle sohbette inat ediyorum.
Gözümün önüne cetveller, mezuralar, ağırlıklar, gönyeler, kronometreler, teleskoplar, mikroskoplar, pusulalar geliyor.
Dolap beygiri gibi etrafında dönüp duruyor; ama bir türlü merkeze yaklaşamıyorum. Korkumdan! Yoksa elbet bilirim, okkadan kilograma, arşından metreye geçişin öyküsünü yazmayı. Ama böyle bir yazıyı dizgiye getirdiğimde suratıma püskürtülecek kahkahadan korkarım. Ne sandınız, yazmış olmak için yazanların başına gelen budur. Ya yüzlerine karşı gülünür, bunlar şanslılardır; ya arkalarından gülünür, bunlar zavallılardır. Çünkü ruhları bile duymaz.
Öyle ya, ha endaze ha metre… Farklı ölçü birimi kullanıyor diye boynu bükük dolaşan insanoğlu görmüşlüğümüz mü var? Tahsil hayatımızda yeterince kafamıza kakılmadı mı? Tarih bilgimizde deve kervanının geçebileceği kadar büyük gedikler varken, kovalanan kargaları adımız ölçüsünde ezberlemedik mi? Yıllardır aynı cümlelerle tekrar edilenleri yazacaksak, dergi çıkarmak için girişilen bunca zahmetin ne anlamı var? Kadromuzdaki yazarlara inancım tam. Yeni tartışmalar, yeni fikirler bizim verimli toprağımızdan ve diliyorum, dergimizden çıkacaktır.
Uzun vadede küçük bir servetle oluşturduğum kitaplığıma bakıyorum. Kitaplar, sanki benden hayır bekleme der gibi bakışlarını kaçırıyorlar. Onlara bakarken aklıma, kesin ölçüye düşman bir terim geliyor: Göz kararı. Yemek yapanlar bilirler, bu öyle bir karardır ki her seferinde yeni tatlara ulaşmanın kapısıdır. Risktir aynı zamanda, sonuç tatmin edici olmayabilir. Neredeyse her ev kadını bu riski göze alarak yemek yapar. Biz de şükürler eder, o eller dert görmesin deriz. Neden mi? Deneyin; bir markete gidip bir ürünü gözünüze kestirin, o üründen sepet dolusu alın. Her gün aynı öğünde o ürünü tüketin. Hiç şüphem yok, yediğiniz ne ise iğrenmeye başlayacak, canınızdan bezeceksiniz. Ölçüsü aynıdır o yiyeceğin, tadı hep aynıdır. Her gün yenip de bıkılmayacak ne var, diye sorarsanız, ekmek derim. Fakir sofraların haftalık, aylık menüsünde tekrarlar çoktur. İşte göz kararı, asıl mucizevi etkisini o mütevazı sofralarda gösterir.
Yavaş yavaş ölçüyü neden sevmediğimi kavrıyorum. Belirsizliğin yaşama daha yakıştığını düşünüyorum. Ölçüyü tümden terk etmek mümkün değil. Nispi olanı tercih ediyorum. Öyle belirsiz yaratıklarız ki iki tam sayının arasına sonsuz kesirli sayı koyabiliyoruz. Pi sayısının ise sonu bir türlü gelmiyor. Bulabildiğimiz sadece yaklaşık sonuç.
Bir gün, pencereden pencereye sohbet eden iki kadının konuşmalarına kulak misafiri oldum. Biri, okul çağındaki çocuklarından yakınarak şöyle diyordu: “Hafta içi zor uyandırıyorum, hafta sonu sabahın köründe ayağa dikiliyorlar”. O çocukları, kendi çocukluğumla karışık, gözümün önüne getiriyorum. Zamanı ölçüp, uymak zorunda kalışımıza bilinçsizce, çaresiz bir isyandır “anne beş dakika daha” cümlesi. Güzelim uykumuzu çığlıklarıyla bölen alarmlara karşı sevgi duymamızın imkanı var mı? O belirli saatin üzerine eklenecek beş dakika daha, yarım saat, bir saat, mutlu, daha tahammül edilir biri olarak kalkmamıza yetebilecektir oysa. Ne demek istediğimi, sabah işe giden insanların yüzüne bakarak kolaylıkla anlayabilirsiniz.
Sonra, bize ölçülü olmamız konusunda yapılan tavsiyelere ne demeli. Ara sıra yaramazlığımızın ayakları hiç mi toprağa değmemeli? Lüzumundan fazla ciddi bir mecliste içinizden çocukluk yapma düşüncesi geçmez mi bazen? Yine aklıma okul zamanlarım geldi. Sadece güldüğüm için çok kötü şekilde dövülmüştüm. Çocuktum, doğal olarak aklım, yel esse uçar giderdi; ama yaramaz değildim. Yapılan muameleyi asla kabul edemedim. O öğretmene de nefretim hiç azalmadı.
Ders aralarındaki boşluğa teneffüs denmesi ne kadar da manidarmış. Çocukluğumuz, umurumuzda olmayan konuların içinde boğulup durdu. Saygı, çeşitli dayak atma yöntemleriyle şekillendi; ama sevgi, tarafımızca keşfedilmeyi bekleyen bir kelimeden ibaretti. Terbiye, terliğe benzerdi ama merak, nesnesi olmayan şeytandı. İçine sığamadığımız ölçülere tekme tokat tıkıştırılırken, insanlığımız iyice örselendi.
Yazıya başlamadan önce bu kadar ölçü düşmanı olduğumu bilmiyordum. Tek yönlü baktığım için haklı eleştirilere maruz kalacağım muhtemel. Konunun başka bir yönüne baktığımın düşünülmesini tercih ederim. Huzurumu kaçıran, gerekliliğinden şüphe duyduğum; ama uymak zorunda bırakıldığımız ölçülerdir. Düzen derler adına. Düzen mi? Dün yoktu, yarın olmasa da olur.
Okurlar, ölçüsüzlüğümden dolayı beni affetsin. Ölçünün verdiği ilhamla kalemimden dökülenler bunlar.
Virane Lügat
Bize sözcük kalmadı
Ne var ne yoksa çoktan hırpalandı
Dalmış, yaprakmış, baharmış
Hasretmiş, özlemmiş, ayrılık
Acı, gençlik, yalnızlık...
Manasını yitirdi
Eski zaman aşkları
Penis aynı penis
Vajina aynı vajina
Betimlemek için
Ne geciktirici lazım
Ne de viyagra
Ama sözcükler eskidi
Sözcükler yaşlandı, pörsüdü
Tevazuda mübalağa
Teveccüh ve mütalaa
Kırk yıllık hatırlı kafein
Götü göbeği büyüten endorfin
Serenada ne hacet, parola:
“hadi gel sevişelim”
Nerede o eski günler?
Nerede o eski bayramlar
Aaah ah, nerede peki o
Eski oğlanlar, oğlancılar
Testesteronla tüberküloz
Arasında ilinti kuranlar
Bize sözcük kalmadı
Ne var ne yoksa
Çoktan hırpalandı
Ne var ne yoksa çoktan hırpalandı
Dalmış, yaprakmış, baharmış
Hasretmiş, özlemmiş, ayrılık
Acı, gençlik, yalnızlık...
Manasını yitirdi
Eski zaman aşkları
Penis aynı penis
Vajina aynı vajina
Betimlemek için
Ne geciktirici lazım
Ne de viyagra
Ama sözcükler eskidi
Sözcükler yaşlandı, pörsüdü
Tevazuda mübalağa
Teveccüh ve mütalaa
Kırk yıllık hatırlı kafein
Götü göbeği büyüten endorfin
Serenada ne hacet, parola:
“hadi gel sevişelim”
Nerede o eski günler?
Nerede o eski bayramlar
Aaah ah, nerede peki o
Eski oğlanlar, oğlancılar
Testesteronla tüberküloz
Arasında ilinti kuranlar
Bize sözcük kalmadı
Ne var ne yoksa
Çoktan hırpalandı
Parmak Hesabı
Tekken neysen o kadar
Bir başkasına eklenerek
Sayın belki artar.
Azaldıkça öteki,
Kalmayasın hiç kadar.
Bir başkasına eklenerek
Sayın belki artar.
Azaldıkça öteki,
Kalmayasın hiç kadar.
Yeni Halt
"Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim
Baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim"
Ne güzel anlatır bir cümle,
Hayatın özeti
Kaç kez kulağıma çalınmıştır
Hayat…
Arpa…
Yemekse tabağındaki
Hesap et bakalım
Kaç insan tüketirsin
Kapkara bir karamsar
“Söylenecekler söylendi” diyor
“Diyecek kalmadı”
O halde susmalı
Söylenmişleri düşünmeli
Sessizliği dinlemeli
Baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim"
Ne güzel anlatır bir cümle,
Hayatın özeti
Kaç kez kulağıma çalınmıştır
Hayat…
Arpa…
Yemekse tabağındaki
Hesap et bakalım
Kaç insan tüketirsin
Kapkara bir karamsar
“Söylenecekler söylendi” diyor
“Diyecek kalmadı”
O halde susmalı
Söylenmişleri düşünmeli
Sessizliği dinlemeli
Ağustosun Kulak Misafiri
— Aklını peynir ekmekle yemişsin.
— Peynir ekilir mi?
— Sus be!
— sonra çekyatı açtık
— çekyat sahnesi her versiyonda var zaten
— hah hah ha
— çekyat, cop...
— Bak.
— Yıldızlar altında.
— Herkes yıldızlar altındadır ki.
— Katılmıyorum.
— Ben de katılmıyorum ama farklı düşünmek istiyorum.
— Yandık desene.
— Doğrusunu bilmem, gezelim bakalım.
— Müzik?
— Lütfen.
— Dönülmez akşamın ufkunda kara görünmez mi?
— Her taraf kara, görünmez tabi.
— Şiir komik bi’şey.
— Ciddiye alırsan öyle.
— Yok ya nasıl duyacaksın.
— Abi, matematiğe hâkim olduğunu düşünsene.
— Ya matematiğe hâkim olmakla alakası yok. O kadar basit ki senin için onlar, çözeli yıllar olmuş. Bir bakıyorsun yirmi-otuz tane geri zekâlı, senin rahatlıkla çözdüğün problemlere aval aval bakıyorlar.
— Ya politikayı öğreniyorsun. Bu da kancıklığın terfi etmiş hali…
— Ya güdüsel bir şey bu. O kadar abartma
— Güdüsel ne demek oğlum? Cep telefonu kullanıyor bu, öyle bir yaratık.
— Var olmak güzel değil midir?
— Var olmak, yaşarken güzeldir.
— Yaşarken değil, var olmak güzeldir.
— Peynir ekilir mi?
— Sus be!
* * *
— sonra çekyatı açtık
— çekyat sahnesi her versiyonda var zaten
— hah hah ha
— çekyat, cop...
* * *
— Bak.
— Yıldızlar altında.
— Herkes yıldızlar altındadır ki.
* * *
— Katılmıyorum.
— Ben de katılmıyorum ama farklı düşünmek istiyorum.
— Yandık desene.
— Doğrusunu bilmem, gezelim bakalım.
* * *
— Müzik?
— Lütfen.
— Dönülmez akşamın ufkunda kara görünmez mi?
— Her taraf kara, görünmez tabi.
* * *
— Şiir komik bi’şey.
— Ciddiye alırsan öyle.
* * *
— Eğitimi bildikten sonra ne öğrettiğinin de pek bir önemi yok. Matematik öğretirken de zevk alabilirsin.
— Yok ya nasıl duyacaksın.
— Abi, matematiğe hâkim olduğunu düşünsene.
— Ya matematiğe hâkim olmakla alakası yok. O kadar basit ki senin için onlar, çözeli yıllar olmuş. Bir bakıyorsun yirmi-otuz tane geri zekâlı, senin rahatlıkla çözdüğün problemlere aval aval bakıyorlar.
* * *
— Çok gülüyoruz iş yerinde o var. Bir de artık diller daha keskin, sivri… Sivri derken, kancık kancık, öyle değil yani.
— Ya politikayı öğreniyorsun. Bu da kancıklığın terfi etmiş hali…
* * *
— Ya güdüsel bir şey bu. O kadar abartma
— Güdüsel ne demek oğlum? Cep telefonu kullanıyor bu, öyle bir yaratık.
* * *
— Var olmak güzel değil midir?
— Var olmak, yaşarken güzeldir.
— Yaşarken değil, var olmak güzeldir.
Bağsız
İstememeyi senle öğrendim
Geleceksiz bir aşkı isterken
Ne arzularımdan kurtuldum
Ne de avundum
Güneş çıkınca yaprak
Güneşe dönmez mi yüzünü
Dallar ışığa yürümez mi
Savaşını verir ama
Güneşe ricacı mı?
Geleceksiz bir aşkı isterken
Ne arzularımdan kurtuldum
Ne de avundum
Güneş çıkınca yaprak
Güneşe dönmez mi yüzünü
Dallar ışığa yürümez mi
Savaşını verir ama
Güneşe ricacı mı?
Ev Yapımı Helva
Konuk Yazar: Uğur Şahin Tağı
Helva görünce aklıma hep ustam gelir
Koşa koşa bakkaldan aldığım
poşetteki sigara paketinin yanındaki
tahinli helva gelir.
Bütün bir ekmeği doldurup hapur hupur yediği o kararmış duvar önü,
bütün gün kum ve çimento havuzları yapışım,
kan-ter içinde güneşin altında kollarımın kavruluşu,
ne olursa olsun yaranamayışım,
bana kızmaları, anama avradıma sövmeleri, dövmeleri...
ne biliyim her helva görüşümde gelir aklıma
Sonra o çukura düşüşü, yardım isteyişi
ve benim duymamış-mışlığım gelir.
Evlerine gidişim, usta öldü deyişim,
ardından kopan bağırtılar, ağlamalar, ağıtlar
ve şişman bir kadının helva yapışı gelir buram buram
Kahverengi, tereyağlı, fıstıklı ev helvası...
Helva görünce aklıma hep ustam gelir
Koşa koşa bakkaldan aldığım
poşetteki sigara paketinin yanındaki
tahinli helva gelir.
Bütün bir ekmeği doldurup hapur hupur yediği o kararmış duvar önü,
bütün gün kum ve çimento havuzları yapışım,
kan-ter içinde güneşin altında kollarımın kavruluşu,
ne olursa olsun yaranamayışım,
bana kızmaları, anama avradıma sövmeleri, dövmeleri...
ne biliyim her helva görüşümde gelir aklıma
Sonra o çukura düşüşü, yardım isteyişi
ve benim duymamış-mışlığım gelir.
Evlerine gidişim, usta öldü deyişim,
ardından kopan bağırtılar, ağlamalar, ağıtlar
ve şişman bir kadının helva yapışı gelir buram buram
Kahverengi, tereyağlı, fıstıklı ev helvası...
Şahnâme’den Rapunzel’e Uzanan Bin Yıllık Saç

Rapunzel dendiği zaman gözümüzün önüne, upuzun saçlarını kuleden aşağıya sarkıtmış bir genç bir kız imgesi gelir. Ben de bu yazımda o saçların peşine düştüm ve o saçların Rapunzel’den çok daha yaşlı olduğunu gördüm. Önce masalı hatırlayalım:
Başta, uzun süre çocuk hasreti çektikten sonra muratlarına ermek üzere olan karı-kocaya rastlarız. Rapunzel’e hamile olan kadın, bir gün evinin penceresinden, komşu bahçedeki marullara1 aşerer. Bir cadı2 tarafından yetiştirilmiş olan marullar cezbedicidir. Koca çaresiz, gizlice bahçeye girer ve birkaç marul toplayıp karısına getirir. Tadını alınca marullara karşı isteği daha da artan kadın, talebini yineler. Adamcağız aynı girişimde bulunurken bu kez cadı tarafından yakalanır. Cadı, adamın canını bağışlamak ve istediği kadar marul almasına izin vermek karşılığında bir anlaşma önerir: Doğacak çocuk, kız veya erkek, kendisine verilecektir. Can derdine düşen adam, teklifi kabul etmek zorunda kalır. Rapunzel doğar, güzeller güzeli bir çocuk olur. Cadı, Rapunzel’i on iki yaşına geldiğinde ormanın ortasında, kapısı ve merdiveni olmayan bir kuleye hapseder. Kulenin dış dünyayla bağlantısı küçücük bir penceredir. Cadı içeriye girmek istediğinde seslenir: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını sarkıt bana.”3 Rapunzel muhteşem güzellikte saçlarını uzatır, böylelikle cadı kuleye tırmanabilir. Birkaç yıl sonra oradan geçmekte olan bir prens tarafından fark edilir Rapunzel. Prens, cadının kullandığı yol ve yöntemle yukarıya çıkar. Gençler birbirini sever ve kaçmaya karar verirler. Cadı durumu fark edince, o güzelim saçları kökünden keser ve Rapunzel’i çöle4 götürür, sonra da prense tuzak kurar. Prens, kuleye tırmandığında karşısında cadıyı görünce korkup kuleden aşağı atlar. Ölmez ama üzerine düştüğü dikenler yüzünden kör olur. Çaresizlik içinde dolaşırken yolu, Rapunzel’in yaşamakta olduğu çöle düşer. Bu şekilde birbirlerini tekrar bulurlar. Bu arada Rapunzel bir kız, bir erkek, ikiz çocuk sahibidir4. Kavuşma anında Rapunzel’in gözyaşı, prensin gözlerine şifa olur ve prens eskisi gibi görmeye başlar. Sonra krallığa döner, mutlu yaşarlar.
Cadıların, ejderhaların ve diğer bir takım “şer” unsurların -özellikle bakire- kızlara düşkünlüğü ve neden onları tutsak ettikleri, ayrı bir tartışma, inceleme konusudur. Bizi burada ilgilendiren, Rapunzel’in saçlarının nereden geldiği.
Grim Kardeşler Almanya’nın Hanau şehrinde doğdular (Jacob Ludwig Karl Grimm, 1785-1863; Wilhelm Karl Grimm 1786-1859). Alman dil ve edebiyatı üzerine önemli çalışmalarda bulundular. Özellikle Jacob Grimm, yapıtlarıyla bugün bile kendisinden yararlanılan üretken bir dilbilimci, araştırmacıdır. Rapunzel masalının da bulunduğu Kinder und Hausmärchen (1812-Children’s and Household Tales, Çocuk ve Ev Masalları), erken dönem çalışmalarıdır5.
Türkçesinde marul diye geçen bitkinin aslı adı campanula rapunculus’tur6. Almancada adı, Rapunzel-Glockenblume. Esaretine sebep olan bitki, Rapunzel’e aynı zamanda adını da vermektedir. Ormanlar, çalılıklar, çayırlıklar, çorak yerlerde yetişir. En kuzeyi hariç Avrupa, Batı Suriye, Kuzey ve Kuzeybatı Afrika, Orta ve Güney Rusya, Kırım, İran yetiştiği yerlerdir. Türkiye’ninse daha çok kuzeyinde rastlanmaktadır. Yaygın ismi Rampion Bellflower’dır ve masalın İngilizce edisyonlarında karşımıza rampion olarak çıkar. Latince cins ismi campanula, çana benzemesinden dolayıdır. Özel ismi rapunculus ise, şalgam anlamına gelen rapa, küçüklük ifade eden ekle birleşerek küçük şalgam olarak karşılık bulur. Cinsin dünya üzerinde üç yüz kadar türü ve çok sayıda alt türü bulunmaktadır. Kök ve yapraklarından salata yapılır.
Derledikleri masallar, günümüzden tam iki asır önce yayınlanmış ve neredeyse bütün dünya dillerine çevrilmiş, filmlere, dizilere, piyeslere, hatta bilgisayar oyunlarına konu olmuştur. Masalları, köy ve kasabaları dolaşarak, sohbetlere kulak misafiri olarak meydana getirdikleri söylense de çoğunun daha önceki yapıtlardan devşirildiği açıktır. İncelememize konu olan Rapunzel’de ise bunu gösterebilecek durumdayım. Şimdi şu güzel saçları tutalım ve geriye doğru gidelim. Bakalım, bu saçlar nereye kadar uzanıyor.

Grimm Kardeşler’den iki yüzyıl geride ve İtalya’dayız. Giambattista Basile (1575–1632), İtalyan şair ve masal derleyicisidir. Hazırladığı eseri Lo Cunto De Li Cunti Overo Lo Trattenemiento De Peccerille (The Tale of Tales or Entertainment for Little Ones, Masalların Masalı veya Çocuklar İçin Eğlence) ölümünden iki yıl sonra yayınlanıyor. Napoli lehçesiyle yazılmış bu derleme içerisinde yer alan öykülerden birinin adı Petrosinella’dır. Burada cadı değil insan yiyen dişi dev vardır ve göz dikilen bitki maydanozdur. Bu bitki, Grim Kardeşler’in versiyonunda olduğu gibi ismini baş karaktere veriyor7. Aynı şekilde bahçedeki bitkiye karşılık doğacak çocuk talep ediliyor. Petrosinella kuleye hapsediliyor. Yine kulenin tepesine ulaşmak için tek araç, saçlar8.
Giambattista Basile’in çalışmasından yaklaşık altmış yıl sonra yolumuz Fransa’ya düşüyor. Mademoiselle de La Force veya Charlotte-Rose de Caumont de La Force (1654–1724) ilginç yaşam öyküsüne sahip bir kadın. Onun kaleminde masalın adı Persinette oluyor (1697). İngilizce çevirisinin ismi Little Parsley yani Küçük Maydanoz. Basile’in Petrosinella’sı ile pek az değişikliğe sahip.
Grimlerin Kinder und Hausmärchen’in ilk edisyonundan yirmi yıl önceye gidiyoruz. Yine Almanya’dayız. Friedrich Schultz (1762-1798), Kleine Romane’ı (Küçük Masallar) 1790’da yayımlıyor. Tahminler, Grimlerin esin kaynağının bu eser olduğu yönünde.
Şimdi günümüzden bin yıl geriye gidiyoruz. İran’dayız. Firdevsi (ö.411/1020), yaklaşık 981 yılında yazmaya başladığı Şahname’yi ilaveler yaparak 1004 yılı civarında tamamlıyor. İsimler değişse de biliyoruz, aynı saçlar. Firdevsi’nin Şahname’sine bakıyoruz:
3005 Zâl ona karşılık verdi, dedi ki: “Ey ay yüzlü güzel! Benden sana selam ve felekten de aferin olsun! Ben nice geceler gözlerimi Simâk yıldızına dikerek heyecan içinde, her kötülükten uzak olan Tanrı’ya, senin yüzünü gizlice bana göstermesi için yalvardım. Şimdi senin sesini işitmek, bu tatlı ve nazlı sözlerini duymakla sevinç içindeyim. Birleşmemiz için bir çare bul! Sen damda, ben sokakta… Böyle nasıl olur?” dedi.
3010 Komutanın bu sözlerini işiten Rüdâbe hemen gece gibi kara saçlarını çözdü ve onları yeryüzünde hiç kimsenin görmediği, miskten yapılmış bir kement haline getirdi. Saçlar gerdanının üzerine tel tel ve bir yılan gibi kıvrım kıvrım dökülmüştü. Rüdâbe saçlarından yaptığı bu kemendi sarayın damından aşağıya kadar sarkıttı. Sonra ona damdan seslenerek: “Ey pehlivan oğlu pehlivan!” dedi. “Haydi, kemerini bağla, aslan gibi göğsünü açıp padişahlara yaraşan pençelerini uzatarak şu saçlarımın ucundan tut! Onlar senin emrine hazırdır.” 9
Fakat Zâl, Rudabe’nin bu teklifi uygun bulmuyor ve kölesinin elinden bir kement alarak hedefine ulaşıyor. Saçların sevgiliye ulaşmada araç olarak kullanılması efsanesi, belki de çok daha eskilere dayanıyordur. Biz izini buraya kadar sürüp, yakaladığımız bin yıllık saçı sahibine iade ederek yolculuğumuzu noktalıyoruz.
Maria Tatar, Grim Kardeşler üzerine yaptığı çalışmasında10, Christine de Pizan (1363–1430) tarafından yazılan Le Livre de la Cité des Dames (The Book of the City of Ladies) adlı eserini kaynak gösteriyor. Pizan’ın kaynağının ise Azize Barbara Efsanesi olduğunu söylüyor.
Efsaneye göre Azize Barbara, Nikomedya’da, bugünkü İzmit’te yaşayan varlıklı, putperest bir babanın, olağanüstü güzellikteki kızıdır. Bu eşsiz güzelliğe talip olup evlenme talebinde bulunacakların kızını elinden alacaklarından korkan adam, onu dış dünyadan korumak için bir kuleye kapatır. Azize Barbara zaman içinde Hıristiyanlık inancını benimser. Kendi inançlarına aykırı hareket ettiği gerekçesiyle babası tarafından öldürülür. Hikâyenin farklı bir anlatımında kuleye kapatılmasının sebebi güzelliği değil, Hıristiyanlığı kabul etmesidir.
Notlar:
1 Marul, masalın aslındaki bitkiyi tam karşılamıyor.
2 Büyücü kadın. Alm: Zauberin, İng: Enchantress
3 “Rapunzel, Rapunzel, Laß mir dein Haar herunter”, “Rapunzel, Rapunzel, Let down your hair to me.”
4 Babalarının kim olduğu konusunda masalda herhangi bir ipucu bulunmamaktadır.
5 İlk edisyon 1812, son edisyon 1857 tarihindedir.
6 Taksonomisi şöyle: Alem, plantae; alt-alem, tracheobionta; bölüm, magnoliophyta; sınıf, magnoliopsida; alt-sınıf, asteridae; familya, campanulaceae; cins, campanula; tür, campanula rapunculus. - Turkish Plants Data Service
7 Petroselinum
8 Bu eser, Cindirella (Külkedisi) masalının da muhtemel kaynağıdır.
9 Firdevsi, Şahname, Çev: Necati Lugal, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2009, s.176
10 The Annotated Brothers Grimm (W. W. Norton & Company 2004)
Firdevsi (Ebülkasım Mansur bin Hasan)
İranlı şair (Baj, Tus, 934 ? – ay. y. 1020) Döneminde eski İran tarih ve destanlarına karşı artmaya başlayan ilgiden büyük ölçüde etkilendi. Ebülmüeyyet el-Belhi, Ebu Ali Muhammet bin Ahmet el-Belhi ve Tus valisi Ebu Mansur Muhammet bin Abdürrezzak’ın düzyazı; Dakiki’nin manzum şehnamelerinden sonra, o da ünlü yapıtı Şehname’yi yazmaya başladı (975). Daha çok Ebu Mansur Muhammet bin Abdürrezzak’ın yapıtından yararlandı. Bir çiftlik sahibinin oğlu olmasına karşılık geçim durumu iyi değildi. Yapıtını (Şehname) tamamlayınca o dönemin bilgin ve sanatçılara eliaçık davranan Gazneli Mahmut’a sundu (1010). Gazneli Mahmut, kendisine çok yetersiz bir maaş bağlayınca, bu davranışından dolayı onu hicvetti. Gazne’den geldiği Herat’ta altı ay kaldıktan sonra Tus’a döndü. Bir süre Taberistan’da emir Şehriyar’ın yanında kaldıktan sonra yeniden döndüğü Tus’ta öldü. Halk tarafından dinsiz bilindiğinden evinin bahçesine gömüldü. Doğumunun 1000. yıldönümü, büyük törenlerle kutlandı ve mezarı üzerine bir anıt dikildi.
Kaynak: Büyük Larousse
Büyücü - John Fowles
Beni çok etkileyen kitaplar sorulsa, hiç tereddüt etmeden başta J.Fowles’ın Büyücü’sünü söylerdim. İyi bulduğum, tat aldığım bir kitaba rastlamak bir bakıma lanetim de oluyor. Sonraki kitaplar yavan kalıyor. Sevgilisinden yeni ayrılmış aşık gibi, diğer kitaplara ısınmakta zorlanıyorum. Zamanla bu hissiyat geçiyor. Lanetin ikinci kısmı ise kendi yazarlığımın fukaralığını göstermesi.Kitaba ulaşmanın farklı yolları vardır. Arkadaş tavsiyesi, kitap tanıtımı yapan yayınlar sayesinde olabileceği gibi işin şansa bırakıldığı durumlar da oluyor. Okunan bir kitap, diğer kitaplara ulaşmayı sağlar bazen. Büyücü’yle beni kesiştiren sebebi, o zamanlar sebebiyle ilgilenmediğim için, hatırlamıyorum. Yazdığım tarihe bakılırsa 30 Nisan 2007’de elime geçmiş ve muhtemelen Mayısın ilk günlerinde okumuşum.
Bazı kitaplar daha ilk satırından itibaren kendine çeker okuyanı. En azından başlangıçta kusur görmemek, kitabın sonunun kolay geleceğinin işaretidir. Büyücü’ye başladığımda tökezlemeden ilerleyebildim. İlk okumamdan sonra kitap hakkında birkaç satır karalamayı erteledim. İki yıl ara verip ikinci okumama bıraktım. Aradaki boşlukların henüz dolmadığına kanaat getirip üçüncü okumaya bıraktım. O da bu yıla kısmetmiş. Üç defa daha okusam yine ne yazacağımı bilemeyeceğim anlaşılan. İçeriğinden bahsetmemeye özen gösteriyorum. Merak eden başka kaynaklardan aradığına ulaşabilir ama ben, içeriğin sadece okuyanların erişebileceği bir “sır” olarak kalmasından yanayım.
Imany - The Shape of a Broken Heart

The Shape of a Broken Heart, gerçek adı Nadia Mladjao olan Imany’nin 2011 yılında çıkan tek albümü. Imany, Haziran ayında İstanbul’da bir konser vermişti. Mankenlikten müzisyenliğe geçmiş biri. Belli bir müzik stili oluşturmayı amaçlamadığı, albümünden de anlaşılıyor. Liriklere bakınca basit ve bol tekrarlı olduğunu görüyoruz. Canlı enstrümanlarla oluşturulan altyapıların hakkını vermekle birlikte, müziğinde de bir karmaşıklık sezilmiyor. “Hazmı kolay” bir çalışma diyebiliriz. Çekiciliği daha çok, derin iniş çıkışlardan uzak, müzikle tam uyum sağlayan o güzel seste buluyorum. Tarzında, Nina Simone ve Tracy Chapman etkisini görmek hiç zor değil.
Baştan sonra bir albüm dinlemenin keyfini yaşamak istiyorsanız, The Shape of a Broken Heart’a kulak verin derim.
Temmuzun Kulak Misafiri
— Bakalım büyüyünce de aynı fikirde olacak mısın?
— Evet olacağım.
— Aşkta kazanan, güçlü olandır.
— Güç nedir?
— Bilemem, ne anlıyorsan o. Daha mukaddimeye şerh düşersem, o kitabın vay haline.
— Açıl susam açıl.
— Makamıyla söylersen işe yarar.
— Sistem ciddi bir hatadan kurtarıldı.
— Yok bi’şey yok, çekil!
— Dinlerken sıkılan okurken sıkılmayabilir.
— Çok uzun olmayacak, kısa kısa... Filme bile dönüşebilirler. 1 dakikalık, 15 saniyelik, hatta 5 saniyelik.
— Seni prodüktör yapacağım, sinekten film çıkarıyorsun
— Sen hayatta en çok neyi merak edersin?
— Ölümü herhalde.
— Ya bi' arkadaş...
— Rica ederim, hepimiz bi' arkadaşız.
— İki dakika.
— Hep de zaten öyle kaçırırlar.
— Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz.
— Baklavasını bile yaparlar.
— Tamam da bizim kendimizi dondurmak gibi bir şansımız yok.
— Var. Paran varsa dondurursun.
— Paramız yok.
— Her neyse. Boş kafa dondurulsa ne olur?
— Evet olacağım.
* * *
— Aşkta kazanan, güçlü olandır.
— Güç nedir?
— Bilemem, ne anlıyorsan o. Daha mukaddimeye şerh düşersem, o kitabın vay haline.
* * *
— Açıl susam açıl.
— Makamıyla söylersen işe yarar.
* * *
— Sistem ciddi bir hatadan kurtarıldı.
— Yok bi’şey yok, çekil!
* * *
— Dinlerken sıkılan okurken sıkılmayabilir.
— Çok uzun olmayacak, kısa kısa... Filme bile dönüşebilirler. 1 dakikalık, 15 saniyelik, hatta 5 saniyelik.
— Seni prodüktör yapacağım, sinekten film çıkarıyorsun
* * *
— Sen hayatta en çok neyi merak edersin?
— Ölümü herhalde.
* * *
— Ya bi' arkadaş...
— Rica ederim, hepimiz bi' arkadaşız.
* * *
— İki dakika.
— Hep de zaten öyle kaçırırlar.
* * *
— Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz.
— Baklavasını bile yaparlar.
* * *
— Tamam da bizim kendimizi dondurmak gibi bir şansımız yok.
— Var. Paran varsa dondurursun.
— Paramız yok.
— Her neyse. Boş kafa dondurulsa ne olur?
İlhamsızlık
Yine bakışmaktayız boş sayfayla
Yazamayınca okumaya dönmeli
Tekrarlar arttıkça insan
Yaşlandığını mı hissetmeli
Yazamayınca okumaya dönmeli
Tekrarlar arttıkça insan
Yaşlandığını mı hissetmeli
Zor - Kolay
Konuk Yazar: Jülide Simsoy Göğüş
Zor olan anlatamamak,
Sözcükleri boncuk gibi
Dizersiniz yan yana,
Renk renk anlatımlarla...
Beklersiniz...
Kapı duvar...
Dönüp gitmek kolay da...
Zor olanı seçmek gerek,
Hırçın ve inatçı zamanlar da...
Bir de soluk almadan
Yaşanmışlıklarınız varsa
Taze şiirler gibi...
Tüm saliselere yüklediğiniz
Anlaşılamayan...
Zor olan anlatamamak
Dar zamanlarda...
Kış bahçelerinde
Tek kale maç yaparsınız...
Eh yandığnızın resmidir
O zaman da...
20.11.2011 / İstanbul
Zor olan anlatamamak,
Sözcükleri boncuk gibi
Dizersiniz yan yana,
Renk renk anlatımlarla...
Beklersiniz...
Kapı duvar...
Dönüp gitmek kolay da...
Zor olanı seçmek gerek,
Hırçın ve inatçı zamanlar da...
Bir de soluk almadan
Yaşanmışlıklarınız varsa
Taze şiirler gibi...
Tüm saliselere yüklediğiniz
Anlaşılamayan...
Zor olan anlatamamak
Dar zamanlarda...
Kış bahçelerinde
Tek kale maç yaparsınız...
Eh yandığnızın resmidir
O zaman da...
20.11.2011 / İstanbul
Köpek
Bir gece yattım yalnızlıkla
Bir de köpek var, Genç
Yatağın ucuna kıvrılmış
Bir dostumdan emanet
Sabah oldu gözlerime inanmadım
Nasılsa insan oluvermiş
Güzeller güzeli bir genç
Şaşkınlıktan donakaldım
Olur iş değil ya olmuş işte
Kaşlar kemerli, boyun ipince
İnsan olana böyle hediye
Bu kadar güzel beden verilmemiş
Ben uyandığımda o daha uyumakta
Çırılçıplak bir esmer güzeli
Açtı gözlerini sonra aman
Kehribar gözler bana bakıyor
İnsana bu kadar yakışmaz
Daha farkında değil olanların
Var bir yanlışlık, benim kadar şaşkın
Yattığı yerden doğruldu
Eskiden ayak, ellerine bakıyor
Tuttum omuzlarından doğrulttum
Sordum; şimdi ne oldun biliyor musun
Anlamaz gözlerle baktı bana
Benden beter şaşkın
Tutmasan düşecekti
Kalktığım yatağa oturttum
Kaldırdı ellerini yüz hizasına
Bir onlara baktı bir bana
Dedim, galiba insan oldun
Söktüm banyodaki aynayı
Gör dedim kendini
Gördüğün yüz en güzeli ve seninki
Havlar gibi kısacık bir çığlık atıverdi
Aynadaki aksine dokundu
Eski sevgiliden kalma
Atılması ertelenmiş
Çamaşırlar buldum ona
Giydirdim bir güzel, itiraz etmedi
Elbisesine dokundu, çekiştirdi
Neden bilmem sonra gözleri doldu
Oturdum yanına kollarımla sardım
Sakın korkmayasın hep yanındayım
Sana bir isim bulmak lazım
Acelesi yok
Yazık oldu dostumun köpeğine
Öldü desek yeridir
Gökteki yıldız, ay
Nasıl tasma takıp gezdirilir
Elinden tutup haydi gel dedim
Karnını doyuralım
Acemisiydi bizim gibi yürümenin
Zekiydi bakışları nasılsa öğrenir
Başladık kahvaltıya
Ne yaparsam taklit etti
Aferin sana
Ben güldüm o da güldü
Dostumu aradım sonra
Sana iki haberim var
Biri iyi öteki kötü
Senin köpek artık yok
Nee deyişi vardı
Kulak zarım yırtılacaktı
Korkma yaşıyor dedim
Sadece biçim değiştirdi
Kafka’nın Samsa’sı böceğe dönüşüyor da
Senin köpek neden insan olmasın
Hadi be dedi, dalga geçme
Kafan mı güzel senin sabah sabah
Eğer rüyadaysam
Sanmıyorum ki olayım
Ne yalan ne de şaka,
Kanlı canlı duruyor karşımda
Gözlerini dikmiş merakla
Bana bakmakta
Biz ne kadar insansak, o kadar insan o da
İster inan ister inanma
Şimdiden alış istersen
Köpeğinin yokluğuna
Ne lazımsa öğretmeye başladım
Eski alışkanlıklarını unutacak
Yenilerini kazanacak
Dünyaya yetişkin düşmüş
Bir bebekti adeta
Çabuk öğreniyordu
Beni hiç bırakmıyordu
Yanımdan bir an bile ayrılmıyordu
Bensiz yatmıyor, yanıma sokuluyordu
Sık sık sıçrıyordu uykusunda
Çığlık atıp uyanıyordu
Yanında beni görünce sakinleşiyordu
O zaman bedenimle sarıyordum
Yine tekrarlıyordum
Korkma, artık hep yanındayım
Sana hediye insan olmaksa
Bana da sensin hediye
Eskiye dönmesi kâbusuydu
Uyandığındaysa yüzü mutluydu
İkimiz de korkuyorduk geçmişten
Dostum döndüğünde sevineceğine
Ardıma saklandı, ağladı
Dostum şaşkın bakakaldı
Bu da kim
Dedim senindi eskiden
Artık benim.
Ne o istedi ne de ben
Kalem yazdı
Bize uymak kaldı
Alışacaktır sana
Daha çok yeni bu dünyada
Dostumun yanına hiç sokulmadı
Günler günleri kovaladı
Yavaş yavaş konuşmaya başladı
Bana düşkünlüğü değişmedi
Her gece yattık koyun koyuna
Ah dedim bundan sonra
Seni kim benden ayırırsa
Gözümü bile kırpmam
Gönderirim benden önce
Sonunda gideceğim yere
Onsuz nasıl uyuduğumu unuttum
O zamanlar yaşıyor muydum?
Bir sürü yer gezdik
Bak bu buluttur, bu deniz
Bunlar taş, bu yağmur
Çay, peynir, ekmek, simit
Banyo, tuvalet
Gel, git, haydi, gül, bak…
Kelimeler eklendikçe eklendi
Bana ismimle seslendi
Bir yılı tamamladığımızda
Bizim kadar konuşur oldu
Teşekkür etti, seni seviyorum dedi
Sonra okuma yazma geldi
Zorlanmadan öğrendi
Bir gece yattığımızda
Aşık gibi dokundu Bana
Karşı koymadım
Bir gün olacaktı zaten
Sevişmeyi beraber öğrendik
İkimiz de acemiydik
Çalışmakla geçen saatler
Ağır ağır deli eder
Geçmek bilmezdi
Her akşam birbirimizi bulur
Sevinirdik, sevişirdik
Bir sürü evrak geldi önümüze
Bir kimlik edindi, tahsil gördü
Öğrenmesi gereken ne varsa
Çarçabuk öğreniyordu
Bensiz dünyayla tanıştı
Arkadaşlıklar kurdu
Güzel zamanlar geçirdik
Küstük barıştık defalarca
Yataklarımız ayrı düştü
Sonra yine birleştirdik
Bir gün geçti karşıma
Dedi ki ben galiba
Başka birini seviyorum
Göğüs kafesimden bıçak girdi
Buz gibi boğazıma yükseldi
Yıllardır çıkmayan o sözcük
Ağzımdan dökülüverdi
Köpek!
Kehribarlarında şaşkınlık
Kırgınlıkla kalakalmışken
Odama kaçtım
Elime ne geçerse vurdum, kırdım
Bir zamanlar hediye sandığım
Gaddarca cezaymış, anladım
Sakinleşince yanına döndüm
Dedim gitmekte özgürsün
Gönlün konuşuyorsa şimdi
Faydasızdır benim sözüm
Bil ki cayır cayır yanıyorum
Seni alanı öldürürdüm
Senin vuruşunla öldüm
Küfrüm olamaz ki sana
Öfkem kalemi tutana
Başkasına mı sarılacaksın
Artık onu mu avutacaksın
Gitme desem faydası var mı
Benimle kalsan olmaz mı
Anlamı yok dedi
Sana âşık değilim
İsteyerek seni nasıl üzebilirim
Canımsın, anamsın, babamsın
Fakat sevgilim olamazsın…
Böylece uzaklara göçtü
Köpek olmak bana düştü
Göktense üç çürük elma
Üçü de zavallı başıma
Çoluk çocuğun maskarasıyım
Onlar mı attılar yoksa
Bir de köpek var, Genç
Yatağın ucuna kıvrılmış
Bir dostumdan emanet
Sabah oldu gözlerime inanmadım
Nasılsa insan oluvermiş
Güzeller güzeli bir genç
Şaşkınlıktan donakaldım
Olur iş değil ya olmuş işte
Kaşlar kemerli, boyun ipince
İnsan olana böyle hediye
Bu kadar güzel beden verilmemiş
Ben uyandığımda o daha uyumakta
Çırılçıplak bir esmer güzeli
Açtı gözlerini sonra aman
Kehribar gözler bana bakıyor
İnsana bu kadar yakışmaz
Daha farkında değil olanların
Var bir yanlışlık, benim kadar şaşkın
Yattığı yerden doğruldu
Eskiden ayak, ellerine bakıyor
Tuttum omuzlarından doğrulttum
Sordum; şimdi ne oldun biliyor musun
Anlamaz gözlerle baktı bana
Benden beter şaşkın
Tutmasan düşecekti
Kalktığım yatağa oturttum
Kaldırdı ellerini yüz hizasına
Bir onlara baktı bir bana
Dedim, galiba insan oldun
Söktüm banyodaki aynayı
Gör dedim kendini
Gördüğün yüz en güzeli ve seninki
Havlar gibi kısacık bir çığlık atıverdi
Aynadaki aksine dokundu
Eski sevgiliden kalma
Atılması ertelenmiş
Çamaşırlar buldum ona
Giydirdim bir güzel, itiraz etmedi
Elbisesine dokundu, çekiştirdi
Neden bilmem sonra gözleri doldu
Oturdum yanına kollarımla sardım
Sakın korkmayasın hep yanındayım
Sana bir isim bulmak lazım
Acelesi yok
Yazık oldu dostumun köpeğine
Öldü desek yeridir
Gökteki yıldız, ay
Nasıl tasma takıp gezdirilir
Elinden tutup haydi gel dedim
Karnını doyuralım
Acemisiydi bizim gibi yürümenin
Zekiydi bakışları nasılsa öğrenir
Başladık kahvaltıya
Ne yaparsam taklit etti
Aferin sana
Ben güldüm o da güldü
Dostumu aradım sonra
Sana iki haberim var
Biri iyi öteki kötü
Senin köpek artık yok
Nee deyişi vardı
Kulak zarım yırtılacaktı
Korkma yaşıyor dedim
Sadece biçim değiştirdi
Kafka’nın Samsa’sı böceğe dönüşüyor da
Senin köpek neden insan olmasın
Hadi be dedi, dalga geçme
Kafan mı güzel senin sabah sabah
Eğer rüyadaysam
Sanmıyorum ki olayım
Ne yalan ne de şaka,
Kanlı canlı duruyor karşımda
Gözlerini dikmiş merakla
Bana bakmakta
Biz ne kadar insansak, o kadar insan o da
İster inan ister inanma
Şimdiden alış istersen
Köpeğinin yokluğuna
Ne lazımsa öğretmeye başladım
Eski alışkanlıklarını unutacak
Yenilerini kazanacak
Dünyaya yetişkin düşmüş
Bir bebekti adeta
Çabuk öğreniyordu
Beni hiç bırakmıyordu
Yanımdan bir an bile ayrılmıyordu
Bensiz yatmıyor, yanıma sokuluyordu
Sık sık sıçrıyordu uykusunda
Çığlık atıp uyanıyordu
Yanında beni görünce sakinleşiyordu
O zaman bedenimle sarıyordum
Yine tekrarlıyordum
Korkma, artık hep yanındayım
Sana hediye insan olmaksa
Bana da sensin hediye
Eskiye dönmesi kâbusuydu
Uyandığındaysa yüzü mutluydu
İkimiz de korkuyorduk geçmişten
Dostum döndüğünde sevineceğine
Ardıma saklandı, ağladı
Dostum şaşkın bakakaldı
Bu da kim
Dedim senindi eskiden
Artık benim.
Ne o istedi ne de ben
Kalem yazdı
Bize uymak kaldı
Alışacaktır sana
Daha çok yeni bu dünyada
Dostumun yanına hiç sokulmadı
Günler günleri kovaladı
Yavaş yavaş konuşmaya başladı
Bana düşkünlüğü değişmedi
Her gece yattık koyun koyuna
Ah dedim bundan sonra
Seni kim benden ayırırsa
Gözümü bile kırpmam
Gönderirim benden önce
Sonunda gideceğim yere
Onsuz nasıl uyuduğumu unuttum
O zamanlar yaşıyor muydum?
Bir sürü yer gezdik
Bak bu buluttur, bu deniz
Bunlar taş, bu yağmur
Çay, peynir, ekmek, simit
Banyo, tuvalet
Gel, git, haydi, gül, bak…
Kelimeler eklendikçe eklendi
Bana ismimle seslendi
Bir yılı tamamladığımızda
Bizim kadar konuşur oldu
Teşekkür etti, seni seviyorum dedi
Sonra okuma yazma geldi
Zorlanmadan öğrendi
Bir gece yattığımızda
Aşık gibi dokundu Bana
Karşı koymadım
Bir gün olacaktı zaten
Sevişmeyi beraber öğrendik
İkimiz de acemiydik
Çalışmakla geçen saatler
Ağır ağır deli eder
Geçmek bilmezdi
Her akşam birbirimizi bulur
Sevinirdik, sevişirdik
Bir sürü evrak geldi önümüze
Bir kimlik edindi, tahsil gördü
Öğrenmesi gereken ne varsa
Çarçabuk öğreniyordu
Bensiz dünyayla tanıştı
Arkadaşlıklar kurdu
Güzel zamanlar geçirdik
Küstük barıştık defalarca
Yataklarımız ayrı düştü
Sonra yine birleştirdik
Bir gün geçti karşıma
Dedi ki ben galiba
Başka birini seviyorum
Göğüs kafesimden bıçak girdi
Buz gibi boğazıma yükseldi
Yıllardır çıkmayan o sözcük
Ağzımdan dökülüverdi
Köpek!
Kehribarlarında şaşkınlık
Kırgınlıkla kalakalmışken
Odama kaçtım
Elime ne geçerse vurdum, kırdım
Bir zamanlar hediye sandığım
Gaddarca cezaymış, anladım
Sakinleşince yanına döndüm
Dedim gitmekte özgürsün
Gönlün konuşuyorsa şimdi
Faydasızdır benim sözüm
Bil ki cayır cayır yanıyorum
Seni alanı öldürürdüm
Senin vuruşunla öldüm
Küfrüm olamaz ki sana
Öfkem kalemi tutana
Başkasına mı sarılacaksın
Artık onu mu avutacaksın
Gitme desem faydası var mı
Benimle kalsan olmaz mı
Anlamı yok dedi
Sana âşık değilim
İsteyerek seni nasıl üzebilirim
Canımsın, anamsın, babamsın
Fakat sevgilim olamazsın…
Böylece uzaklara göçtü
Köpek olmak bana düştü
Göktense üç çürük elma
Üçü de zavallı başıma
Çoluk çocuğun maskarasıyım
Onlar mı attılar yoksa
güncellenmiş insana
kuyunun dibinden bakıyorsun
bu benim göğüm diyorsun
benim dünyam
çember değilmiş de kareymiş
ne bilmek istiyorsan
bir el hareketi kadar yakınmış
haydi tıkla, haydi beğen
paylaş, kopyala, yapıştır
farenle saldır dur
spotlar altında yürüyen
karanlığın ordusuna
kemiğe saplanmış bıçak
bu gayretinle zor çıkar
medeniyet dediğin
tek gözle bakan canavar
Duruma Bağlı
gökten yağan kabulümdür
yerden biten de öyle
gelen yere paralelse
durup düşünmek gerek
ok mudur, kurşun mudur,
yumruk mudur
belli mi olur
yerden biten de öyle
gelen yere paralelse
durup düşünmek gerek
ok mudur, kurşun mudur,
yumruk mudur
belli mi olur
Maziye Göçen Meyhane
Şarköy kadar eski izlenimi veren bir meyhane burası. Meyhane diyorum ama muhtemelen en çok rakı tüketiliyordur. İsimlere sonradan yüklendikleri anlamlarla bakmalı. Kıraathanede de en az gerçekleşen eylem, okumaktır. Meyhanenin öyle orijinal dekoru var ki aradan zaman geçmeden yazmak istedim. Buranın bir cephesi meydana, öteki cephesi de Atatürk Caddesi’nin girişine bakıyor. Köşe başını tutmuş, erken çökmüş bir kadın sanki. Oturur oturmaz, kraft masa örtüleri dikkatimi çekti. Bulundukları zemini beğenmemişçesine kaçma arzusundaydılar sanki, tüm masalarda eğri büğrü kabarık duruyorlardır. Ucuz sandalyelere, ucuz düğün salonlarında rastlanabilecek türden kumaş kılıflar geçirilmişti. Görüntüyü kurtarmaya yetmediği gibi oturulduğunda mazilerinin eskiliği de anlaşılıyordu metal iskeletli bu sandalyelerin.
Cephesindeki pencere camları, içeriye dışarıyı, dışarıyı içeriye göstermeyi önleyen perdelerle örtülüydü. İki cephenin perdeleri birbirinden farklı tipteydi. Tavanı tutan üç ince sütun, ahşap kaplıydı. Sütunların birinde, sütunu çevreleyen raf, rafın üzerinde ise peçete paketleri diziliydi. İşlevsellikleri tartışılmazsa da dekorun eğretiliğine katkı sağlayan halleri komikti. Duvarlar da yarıya kadar ahşapla kaplıydı. Muhtelif yerlerine plastik çiçekler sıkıştırılmıştı.
Giriş kapısı meydana bakan cephedeydi. Kapı, salonun bitimindeki mutfak kapısıyla karşılıklıydı. Not defterimi alıp mutfak girişinden detayları yazmak isterdim ama hoş karşılanmayacağından, çekindim. Oturduğum yerden, anlatmakta güçlük çektiğim karmaşaya bakmakla yetindim. Mutfağın yan bölümü tuvaletti. Tuvaletin önündeyse paravan bulunuyordu. Paravanın önünde âmâ bir piyanist, kayıtlı ritimlerle çiğ notalar basarak hem çalıyor hem şarkı söylüyordu.
Orta sınıf bir meyhanenin karikatürü olan bu yer, artık tarihe karıştı. Bu meyhanenin aramızdan zamansız ayrılışından önce bir kez daha uğrama fırsatı bulamadığıma üzülüyorum. Her santimetrekaresini incelemek ve betimlemek isterdim. Şimdi, yazın ortasında şenliğini yitirmiş, mezar taşı gibi sessiz durmakta.
Cephesindeki pencere camları, içeriye dışarıyı, dışarıyı içeriye göstermeyi önleyen perdelerle örtülüydü. İki cephenin perdeleri birbirinden farklı tipteydi. Tavanı tutan üç ince sütun, ahşap kaplıydı. Sütunların birinde, sütunu çevreleyen raf, rafın üzerinde ise peçete paketleri diziliydi. İşlevsellikleri tartışılmazsa da dekorun eğretiliğine katkı sağlayan halleri komikti. Duvarlar da yarıya kadar ahşapla kaplıydı. Muhtelif yerlerine plastik çiçekler sıkıştırılmıştı.
Giriş kapısı meydana bakan cephedeydi. Kapı, salonun bitimindeki mutfak kapısıyla karşılıklıydı. Not defterimi alıp mutfak girişinden detayları yazmak isterdim ama hoş karşılanmayacağından, çekindim. Oturduğum yerden, anlatmakta güçlük çektiğim karmaşaya bakmakla yetindim. Mutfağın yan bölümü tuvaletti. Tuvaletin önündeyse paravan bulunuyordu. Paravanın önünde âmâ bir piyanist, kayıtlı ritimlerle çiğ notalar basarak hem çalıyor hem şarkı söylüyordu.
Orta sınıf bir meyhanenin karikatürü olan bu yer, artık tarihe karıştı. Bu meyhanenin aramızdan zamansız ayrılışından önce bir kez daha uğrama fırsatı bulamadığıma üzülüyorum. Her santimetrekaresini incelemek ve betimlemek isterdim. Şimdi, yazın ortasında şenliğini yitirmiş, mezar taşı gibi sessiz durmakta.
Sükun'a Dönüş
İsimleri, namları "Testament" olan ağır teneke eşrafının namlı sanatkarlarından alemce bilinen eserlerinin tarafımdan meşk edilerek tezahür edilmiş halidir. Orjinal lisanında eser adı "Return To Serenity" diye geçer olup, meal olarak "Sükun'a Dönüş" manasına gelir. Yine tüm sazlar tarafımdan icra edilip bütün tangırtı ve tungurtu bendeniz murat kulunuza aittir.
Haziranın Kulak Misafiri
— Beni ne kadar çok tanıyorsun?
— İşime yarayacak kadar.
— Kazağım nasıl?
— Kazak işte.
- Rüyamda selâmın verildiğini duydum.
- Eee?
- Kızdım tabi. ‘Ben cenaze merasimi istemiyorum dedim onlara’ diye kızıyorum.
— Dünkü çatışmada elliden fazla kişi öldü.
— Tam olarak kaş kişi?
— Yedi yüz yetmiş altı.
— Önce karnımın doymasına bakarım.
— Bir gün gelir o karın doymaz olur.
— Hep bir deprem bekliyoruz ve geliyor.
— Sonrasıysa acı bir sakinlik.
— Aslında bir tek şeyden bahsediyorum.
— Nedir o abi?
— Sorduğun sorunun cevabından…
— Nedir işte o abi?
— Doğrusunu bildiğin halde yapmadığından suçlusun.
— Doğru nedir ki?
— Bırak lan şimdi şeytan diyalektiğini.
— Su bulanıksa peki?
— Görmek istediğin neyse, onu ara. Birlikte getirdiğinden hazzetmiyorsan, arzu ettiğinden de vazgeç. Değmez çünkü.
— Var ile yok arasında ne var?
— Sen.
— Kederli anne, seni öldüreyim mi?
— Hey, en sevdiğin şey, makarna yapıyorum.
— İşime yarayacak kadar.
* * *
— Kazağım nasıl?
— Kazak işte.
* * *
- Rüyamda selâmın verildiğini duydum.
- Eee?
- Kızdım tabi. ‘Ben cenaze merasimi istemiyorum dedim onlara’ diye kızıyorum.
* * *
— Dünkü çatışmada elliden fazla kişi öldü.
— Tam olarak kaş kişi?
— Yedi yüz yetmiş altı.
* * *
— Önce karnımın doymasına bakarım.
— Bir gün gelir o karın doymaz olur.
* * *
— Hep bir deprem bekliyoruz ve geliyor.
— Sonrasıysa acı bir sakinlik.
* * *
— Aslında bir tek şeyden bahsediyorum.
— Nedir o abi?
— Sorduğun sorunun cevabından…
— Nedir işte o abi?
* * *
— Doğrusunu bildiğin halde yapmadığından suçlusun.
— Doğru nedir ki?
— Bırak lan şimdi şeytan diyalektiğini.
— Su bulanıksa peki?
— Görmek istediğin neyse, onu ara. Birlikte getirdiğinden hazzetmiyorsan, arzu ettiğinden de vazgeç. Değmez çünkü.
* * *
— Var ile yok arasında ne var?
— Sen.
* * *
— Kederli anne, seni öldüreyim mi?
— Hey, en sevdiğin şey, makarna yapıyorum.
Nefes
Konuk Yazar: Fikret Abalı
Önce hafif bir karamsarlık
Sonra kulağına gelen heyecanlı bir kadının sesi
Ve irkil gecenin sessizliğinde
Hangi nefes sonrasında vazgececeksin kendinden
Biraz benden biraz senden olanlardan
Olacaklardan korkum yok
Olanlardan bilirim zaten
Dimdik ayakta kalınabildiğini
Önce hafif bir karamsarlık
Sonra kulağına gelen heyecanlı bir kadının sesi
Ve irkil gecenin sessizliğinde
Hangi nefes sonrasında vazgececeksin kendinden
Biraz benden biraz senden olanlardan
Olacaklardan korkum yok
Olanlardan bilirim zaten
Dimdik ayakta kalınabildiğini
Meteor
Ayaz gözlerimi yaşartıyor
Göz çevrem donmak üzere
Rüzgâr sert esiyor
Soğuk soğuk vuruyor
Islanmış yüzüme
Ciğerlerim yanıyor
Beynim karıncalanıyor
Utanıyorum yaşarken.
Utançtan kaçış
Başka bir utanç
Daha rezil
Daha alçak
Elmayı elma yapan
Tanrı değil
Biliyorum
Utancı yaratan...
O da mı yok?
Bu halimi seviyorum
Hayvan gibi
Garip ve korkak
Dedemin dedesini
Merak etsem
Anlasam
Evren kaç bucak
Tutturup bir tempo
Hafifçe dönerek
Yol alsam
Kendi halinde
Bir taş olsam
Dünyayı görsem
(Dünya sever üstündekileri
Kıskançtır üstelik)
Yansam
Elim değmeden toprağa
Dilek tutsa
Sevgililer
Arkadaşlar
Boşuna değilmiş
Deseler
Boşlukta dolanan
Kocaman bir taş bile...
Benden geriye kalan
Zerre zerre
Yeryüzünde
Göz çevrem donmak üzere
Rüzgâr sert esiyor
Soğuk soğuk vuruyor
Islanmış yüzüme
Ciğerlerim yanıyor
Beynim karıncalanıyor
Kendimi düşünüyorum
Varlığımı
Aklıma sığmıyor
Şu an aklım
Bir yokmuş
Bir de yokmuş diyor
Çocuklar gülüyorlar
Gülüyorum
Utanıyorum yaşarken.
Utançtan kaçış
Başka bir utanç
Daha rezil
Daha alçak
Elmayı elma yapan
Tanrı değil
Biliyorum
Utancı yaratan...
O da mı yok?
Bu halimi seviyorum
Hayvan gibi
Garip ve korkak
Dedemin dedesini
Merak etsem
Anlasam
Evren kaç bucak
Tutturup bir tempo
Hafifçe dönerek
Yol alsam
Kendi halinde
Bir taş olsam
Dünyayı görsem
(Dünya sever üstündekileri
Kıskançtır üstelik)
Yansam
Elim değmeden toprağa
Dilek tutsa
Sevgililer
Arkadaşlar
Boşuna değilmiş
Deseler
Boşlukta dolanan
Kocaman bir taş bile...
Benden geriye kalan
Zerre zerre
Yeryüzünde
Ağlak
Sabahları güneş vurur odama
Erken kalkarım
Yüzüme soğuk suyu çarpar
Havluyla kurularım
Kahvaltımı ederim erkencecik
Yumurtam pişmemişse
Ağlarım
Öğle üzeri koyulurum yollara
Çokça yürürüm
Üşüdü mü rüzgârda kulaklarım
Beremi takarım
Geri dönerim erkencecik
Minibüsü kaçırırsam
Ağlarım
Güneş batar akşam olur
Işıkları yakarım
Yemeğimi yerim sonra
Çayımı yudumlarım
Yatağa girerim erkencecik
Uykum gelmemişse
Ağlarım
Erken kalkarım
Yüzüme soğuk suyu çarpar
Havluyla kurularım
Kahvaltımı ederim erkencecik
Yumurtam pişmemişse
Ağlarım
Öğle üzeri koyulurum yollara
Çokça yürürüm
Üşüdü mü rüzgârda kulaklarım
Beremi takarım
Geri dönerim erkencecik
Minibüsü kaçırırsam
Ağlarım
Güneş batar akşam olur
Işıkları yakarım
Yemeğimi yerim sonra
Çayımı yudumlarım
Yatağa girerim erkencecik
Uykum gelmemişse
Ağlarım
Sosyopatik
Bu melanet ağır ağır
Hissettirmeden geliyor
Neşe saçıyor, mutluluk
Kudret taşıyor
Kollarında bir ağırlık
Sonra ayaklarında
Bedenin kıpırdamak istemiyor
Kayboluş üstüne çöküyor
Bütün bedenini sarıyor
Karanlığa çekiyor
Giderayak son sahneleri
Oynayanı görüyorum
Bana hiç benzemiyor
Hissettirmeden geliyor
Neşe saçıyor, mutluluk
Kudret taşıyor
Kollarında bir ağırlık
Sonra ayaklarında
Bedenin kıpırdamak istemiyor
Kayboluş üstüne çöküyor
Bütün bedenini sarıyor
Karanlığa çekiyor
Giderayak son sahneleri
Oynayanı görüyorum
Bana hiç benzemiyor
Bir Başka Otuz Beş Yaş Şiiri
Yolu yarıladığını söylemek
Bir o kadar daha var demek
İkinci yarıda aşk var mı
Toprağı çatlatan filiz
Dallardaki ilk yeşillik
Üstüne düşen yağmur damlası
Cildinde kurumuş dere yatakları
Dünyaya açılmış meraklı gözler
İkinci yarıda bulanıklaşacak mı
Yokuş yukarı ittiğin zaman
Diğer yarıda tutulacak mı
Bir o kadar daha var demek
İkinci yarıda aşk var mı
Toprağı çatlatan filiz
Dallardaki ilk yeşillik
Üstüne düşen yağmur damlası
Cildinde kurumuş dere yatakları
Dünyaya açılmış meraklı gözler
İkinci yarıda bulanıklaşacak mı
Yokuş yukarı ittiğin zaman
Diğer yarıda tutulacak mı
Yetmedi
Konuk Yazar: Uğur Şahin Tağı
benim düşlerim miniciktir
küçücük ve kısacık...
soğuktan donmamak,
ve savaşta ölmemektir
tanımadığım ve tanıyamacağım birileri tarafından
belki kırmızı bir balondur sadece,
gökyüzüne yükselen,
oynayamadığm oyuncaklarımdır,
özlediğim annem, çiftçi olan babamdır.
düşlerimiz geçmişimizdir diye yazmış feritin biri
yaşım yedi, düşlerim yedi etmedi...
benim düşlerim miniciktir
küçücük ve kısacık...
soğuktan donmamak,
ve savaşta ölmemektir
tanımadığım ve tanıyamacağım birileri tarafından
belki kırmızı bir balondur sadece,
gökyüzüne yükselen,
oynayamadığm oyuncaklarımdır,
özlediğim annem, çiftçi olan babamdır.
düşlerimiz geçmişimizdir diye yazmış feritin biri
yaşım yedi, düşlerim yedi etmedi...
Çıyan Niçeyan*
“Yaratacak ne kalırdı
Tanrılar olsaydı”
Friedrich Nietzsche"iyi", "kötü" güç ister
yoksa
insanlar
ikisi arasında
gidip gelir miydi
sürekli
* Şiir başlığını Siyahî dergisinin 7. sayısına borçluyum.
Salyangoz
ellerime bakıyorum
parmaklarıma, tırnaklarıma
eklemlerime bakıyorum
yabancı geliyorlar
parmaklarımdaki kıllara
tırnağıma vuran ışığa
yazan elime
çocuksu merakım anlamaktan uzak
vazgeçişim oluyor yeniden
işte yine bir odaya kapatılmışım
şüpheleniyorum her şeyden
sonsuzluk cehennem
sıkışıp kalmak
değişmemek cehennem
yazıdan ibaret olsam
ki bir gün olacağım
umursamam
Tiryakinin Küçük Öyküsü
15:43
İlk kriz: Dolu bir sigara paketi yine sobayı boyladı.
Aradan birkaç saat geçti ve sigara isteğim arttı.
Kafamın içinde tartışma başladı:
"Alayım mı, almayayım mı?"
Harekete geçmedim. İlk kriz atlatıldı.
15:59
Aklımdan çıkıp almak geçiyor.
Düşünce zaman zaman güçlenip azalıyor.
16:15
Öksürüyorum ve burnum akıyor.
Buna rağmen "yak bir tane" isteği var.
Sanki her an bakkala koşacakmışım gibi bir halim var.
16:30
Krizler eyleme geçmeden atlatılırsa sorun yok.
On beş dakika önceki hissiyatım şimdi yok.
Göğsümdeki ağrı, isteğimi azaltmış durumda.
Yine de ne yapacağım hiç belli olmaz.
23:45
Baştan başlamam gerekecek.
(Mart 2010)
İlk kriz: Dolu bir sigara paketi yine sobayı boyladı.
Aradan birkaç saat geçti ve sigara isteğim arttı.
Kafamın içinde tartışma başladı:
"Alayım mı, almayayım mı?"
Harekete geçmedim. İlk kriz atlatıldı.
15:59
Aklımdan çıkıp almak geçiyor.
Düşünce zaman zaman güçlenip azalıyor.
16:15
Öksürüyorum ve burnum akıyor.
Buna rağmen "yak bir tane" isteği var.
Sanki her an bakkala koşacakmışım gibi bir halim var.
16:30
Krizler eyleme geçmeden atlatılırsa sorun yok.
On beş dakika önceki hissiyatım şimdi yok.
Göğsümdeki ağrı, isteğimi azaltmış durumda.
Yine de ne yapacağım hiç belli olmaz.
23:45
Baştan başlamam gerekecek.
(Mart 2010)
Sahne Dersi
İte kaka sahnede olduğunu düşün. Acınası görünürsün. Olmak istemediğin yerde, olmak istemediğin bir kişisin, rolünü beğenmemişsin. Çıkar elbet birileri, iradesini kullanarak söyleyiverir. “Ben rolümü beğenmedim, ben oyundan çıkıyorum, benden bu kadar. Kısmet başka oyunlara” der mi der.
Ben de merak ederim. Rol müdür önemli olan yoksa oynayan mı? Rol dediğin tek bir an. Göz açıp kapayana kadar başlar ve biter. Rolü beğenmemek, kendini beğenmemektir. Kararı veren fani, kendince haklıdır. Kendini sahnede, kasılmış bir yüzle görmüştür. Genele bakıldığında yapılanlar beğenilse bile kendi haline gülüneceğini, alay edileceğini düşünmüştür. Hayatta yaşadığıyla sahnede yaşattığı aynıysa, bunca zahmetin anlamı ne? Kıytırık bir rolü bile gülünç duruma düşmeden oynamaktan acize, rol mü dayanır?
“Oyun arkadaşlar,
başlangıcı hatırlamayanların uğraşıdır.
Bu anlamda herkesin işidir.
'Oynamak'la 'rol yapmak' özdeş değil,
sadece kardeştir.
Farkı anlamayanlar,
oyuncu değil oyuncaktırlar.”
Oyun, nerede başladığını bilmediğimizdir. Nerede başladığını bilirsek çözmüşüz demektir, galibiz demektir. Oyun bitmiş demektir. Oyunculuk inandırmaktır. Rolünüz ne olursa olsun inandırabilmektir. Gerçekçi olması, anlaşılabilir olması veya aklınıza ne gelirse, hiçbiri değil, inandırıcılıktır.
Kendinize şöyle bir bakın. Yalansız, korkmadan, birazcık da acımasız... Oynayabileceğiniz, başrol diyorum, bir tanecik olsun var mı? Oyuncu, zorunda değildir ama tuttuğunu koparandır. Dünyanın en iyi kardan adamı olur. Yazın kaçınılmazlığıyla, hiç kimse tarafından hatırlanmayacağıyla ilgilenmez. Bizim farkımız, değersizliğimizin farkında olmamızdır. Umursanmadığımızın, umursamadığımızın, sevmediğimizin, sevilmediğimizin...
Fark eder mi?
"Gösteri devam etmeli.
Kim olduğumuzu, son sahne belirleyecek."
Ben de merak ederim. Rol müdür önemli olan yoksa oynayan mı? Rol dediğin tek bir an. Göz açıp kapayana kadar başlar ve biter. Rolü beğenmemek, kendini beğenmemektir. Kararı veren fani, kendince haklıdır. Kendini sahnede, kasılmış bir yüzle görmüştür. Genele bakıldığında yapılanlar beğenilse bile kendi haline gülüneceğini, alay edileceğini düşünmüştür. Hayatta yaşadığıyla sahnede yaşattığı aynıysa, bunca zahmetin anlamı ne? Kıytırık bir rolü bile gülünç duruma düşmeden oynamaktan acize, rol mü dayanır?
“Oyun arkadaşlar,
başlangıcı hatırlamayanların uğraşıdır.
Bu anlamda herkesin işidir.
'Oynamak'la 'rol yapmak' özdeş değil,
sadece kardeştir.
Farkı anlamayanlar,
oyuncu değil oyuncaktırlar.”
Oyun, nerede başladığını bilmediğimizdir. Nerede başladığını bilirsek çözmüşüz demektir, galibiz demektir. Oyun bitmiş demektir. Oyunculuk inandırmaktır. Rolünüz ne olursa olsun inandırabilmektir. Gerçekçi olması, anlaşılabilir olması veya aklınıza ne gelirse, hiçbiri değil, inandırıcılıktır.
Kendinize şöyle bir bakın. Yalansız, korkmadan, birazcık da acımasız... Oynayabileceğiniz, başrol diyorum, bir tanecik olsun var mı? Oyuncu, zorunda değildir ama tuttuğunu koparandır. Dünyanın en iyi kardan adamı olur. Yazın kaçınılmazlığıyla, hiç kimse tarafından hatırlanmayacağıyla ilgilenmez. Bizim farkımız, değersizliğimizin farkında olmamızdır. Umursanmadığımızın, umursamadığımızın, sevmediğimizin, sevilmediğimizin...
Fark eder mi?
"Gösteri devam etmeli.
Kim olduğumuzu, son sahne belirleyecek."
Kaybetmek
Konuk Yazar: Commodore
gariptir, mutlulukların
aynı zamanda en büyük kabuslarındır
kaybedince bir gün
anlarsın...
kaybedince şarkılar,
kaybedince her hüzün
kaybedince sokaklar
hatta ağaçlar,
ve başka insanların...
yüzlerdeki her bir kırışıklık
daha anlamlı gelir
üstüme... üstüme...
derin bir nefes çekersin
ohhhhhhhhh....
sonra özgürlüğün yakan tadı dolar genzine
acının tad veren yanıyla tanışırsın
ve geçer...
gariptir, mutlulukların
aynı zamanda en büyük kabuslarındır
kaybedince bir gün
anlarsın...
kaybedince şarkılar,
kaybedince her hüzün
kaybedince sokaklar
hatta ağaçlar,
ve başka insanların...
yüzlerdeki her bir kırışıklık
daha anlamlı gelir
üstüme... üstüme...
derin bir nefes çekersin
ohhhhhhhhh....
sonra özgürlüğün yakan tadı dolar genzine
acının tad veren yanıyla tanışırsın
ve geçer...
Yapa/yanlış
yediklerinde metal tadı
kulaklarında sükunetin
nereye dönsen yüzünü
yine kendine bakarsın
yerini değiştirirsin
karşında yine kendin
göz göze geldikçe
bakışlarını kaçırırsın
kirpiklerin kelebek kanadı
çırpınırsın son bakış
nafile, uçamazsın
kulaklarında sükunetin
nereye dönsen yüzünü
yine kendine bakarsın
yerini değiştirirsin
karşında yine kendin
göz göze geldikçe
bakışlarını kaçırırsın
kirpiklerin kelebek kanadı
çırpınırsın son bakış
nafile, uçamazsın
Martın Kulak Misafiri
— Anlamıyorsun, insan bütündür. Senden onu çıkarırsak başka birine dönüşürsün, başka biri olursun. Kusuruna tek başına bakarsan çirkin görebilirsin. Sende gerçek olanı açığa çıkarıyor. Biliyorsun, anlıyorsun, kabulleniyorsun. Gitsin uzaklara değil mi?
— Ben yalnızca bir tek konudan bahsediyorum.
— Evini özledin biliyorum. Dört duvar arasında gönlünce yaşıyordun.
— Üstat, arif olan anlarmış, sormazmış. Bunun sizden iyi bir örneği olamaz.
— Niye kapattın bilgisayarı?
— Çünkü senin çalışman gerek. Büyüksün oyun oynamamalısın. Anladın mı?
— Anladım.
— Hayret! Bugün aşkından bahsetmedin, yazmadın.
— Sayende yazdım işte.
— Ya ne olur ağlama. Yol yakınken dönmek daha iyi değil mi? Kalbini daha fazla kırabilirdim.
— Kırdın zaten.
— Bu dünya sınav mı sence?
— Evet.
— Yani bizler denek miyiz?
— Zor tabi bunlar, düşünmek gerek.
— Senden alacağım var sevgilim. Bana üç aylık borcun var.
— Hani sevmek bedavaydı?
— “Aşk Kastamonu gibi cömert olmalı.”
— Eee, şey ben… Ne desem boş…
(Radyoda duydum. Yerle yeksan.)
— Sonunu düşünen kahraman olamaz.
— Ama rezil de olmaz.
— Bana son bir şans daha vermelisin.
— Verdiğim oydu.
— Ben yalnızca bir tek konudan bahsediyorum.
— Evini özledin biliyorum. Dört duvar arasında gönlünce yaşıyordun.
— Üstat, arif olan anlarmış, sormazmış. Bunun sizden iyi bir örneği olamaz.
* * *
— Niye kapattın bilgisayarı?
— Çünkü senin çalışman gerek. Büyüksün oyun oynamamalısın. Anladın mı?
— Anladım.
* * *
— Hayret! Bugün aşkından bahsetmedin, yazmadın.
— Sayende yazdım işte.
* * *
— Ya ne olur ağlama. Yol yakınken dönmek daha iyi değil mi? Kalbini daha fazla kırabilirdim.
— Kırdın zaten.
* * *
— Bu dünya sınav mı sence?
— Evet.
— Yani bizler denek miyiz?
— Zor tabi bunlar, düşünmek gerek.
* * *
— Senden alacağım var sevgilim. Bana üç aylık borcun var.
— Hani sevmek bedavaydı?
* * *
— “Aşk Kastamonu gibi cömert olmalı.”
— Eee, şey ben… Ne desem boş…
(Radyoda duydum. Yerle yeksan.)
* * *
— Sonunu düşünen kahraman olamaz.
— Ama rezil de olmaz.
* * *
— Bana son bir şans daha vermelisin.
— Verdiğim oydu.
Pişmanlık Giysileri Siyahtır
Konuk Yazar: Jülide Simsoy Göğüş
Ağlama çaresizliğin türkülerinde
Tüketme umutlarını bir çırpınışta
Kocaman kentleri biz istemedik
Biz yazmadık alınlara kaderleri...
Bizden öncekiler de ağlardı
Bak bulutlara yığın yığın
Her bahar güneşinin ardından
Patlayacak tohumlara yağmurlar yağar...
O kocaman duvarlara da aldırma
Ötelere bir yol biliyorum
Benim sancılı yüreğimden geçer
Alabildiğine utanç yığar vefasızlara...
Bu tutsak olduğun acılardan
Kurtul kurtul da gel benimle
Mavi güneşli yarınlara gidiyorum
Ak giysilerle yasaklara meydan okumaya...
Ağlama çaresizliğin buruk türkülerinde
Tüketme umutlarını bir çırpınışta
Kapanan sevgi kapılarının ardında onlar
Pişmanlığı kuşandılar kara- kapkara...
14.Ekim.1970/İST.

Ağlama çaresizliğin türkülerinde
Tüketme umutlarını bir çırpınışta
Kocaman kentleri biz istemedik
Biz yazmadık alınlara kaderleri...
Bizden öncekiler de ağlardı
Bak bulutlara yığın yığın
Her bahar güneşinin ardından
Patlayacak tohumlara yağmurlar yağar...
O kocaman duvarlara da aldırma
Ötelere bir yol biliyorum
Benim sancılı yüreğimden geçer
Alabildiğine utanç yığar vefasızlara...
Bu tutsak olduğun acılardan
Kurtul kurtul da gel benimle
Mavi güneşli yarınlara gidiyorum
Ak giysilerle yasaklara meydan okumaya...
Ağlama çaresizliğin buruk türkülerinde
Tüketme umutlarını bir çırpınışta
Kapanan sevgi kapılarının ardında onlar
Pişmanlığı kuşandılar kara- kapkara...
14.Ekim.1970/İST.

Fotoğraf: Jülide Göğüş
Diego Garcia - Laura
Yeni bir şarkıyla, albümle, kitapla buluşabilmek için farklı kanallarda gezmek, farklı araçlar kullanmak gerekebiliyor. İşi şansa bırakabilir veya pasif alıcı konumunda sunulmuşlardan beslenebiliriz.Televizyonlarda, radyolarda hangi şarkı çalar, hangi klip döner, izlemediğim için hiç bilmem. “Best”lere, “top 10”lere, “40”lara hiç itibar etmem. O listeler içinde beğenip de dinlediklerim oluyordur ama o parçalara ulaşma yolum hep farklıdır.
Grooveshark çokça kullandığım araçlardan biri. Çalışırken, dışımdaki gürültüyü bastırsın diye başvurmuşken keşfettiğim bir albüm “Laura”. Diego Garcia ismini daha önce duymamıştım. 2000-2010 yılları arasında yaşamış Elefant grubunun solisti olduğunu da sonradan öğrendim.
Albüm, günümüzün dokunuşlarıyla 60’ların ve 70’lerin havasını hissettiriyor. Hemen her şarkısına melankolik tonlar egemen. Ritimler için akustik enstrümanların tercih edilmesi de amaçlananın bu olduğunu düşündürüyor. Elefant grubun parçalarına bakarak, Garcia’nın bu çalışmada tarzını yumuşattığını söylemek mümkün.Eğer tercihiniz, gürültüsüz, patırtısız, koşturmayan, yormayan bir çalışma ise Diego Garcia’nın “Laura”sına kulak verin.
Inception - Christopher Nolan
Konuk Yazar: Murat Bayhan
"— Her gün buraya gelip uyuyorlar.
— Hayır.
— Her gün buraya gelip uyanıyorlar."
Inceptıon, yani lügat-ı lisan da “Başlangıç” olarak karşılık bulur. Sinemalarımızda da bu isim altında yayınlanmıştır. Filmin künyesine bir göz atalım öncelikle; yönetmen ve senarist koltuğunda Christopher Nolan’ı görüyoruz (Batman Dark Knight filminden hatırlayacaksınız). Başlıca göze çarpan oyuncular ise Leonardo Di Caprio (The Departed, Shelter Island) ve Ken Watanabe (The Last Samurai).
Yönetmenin önceki filmi; yani Batman serisinin sonuncusu olan “Dark Knight”; kendisinden önce çevrilmiş olan Batman yapımlarından farklı bir üsluba sahipti. Daha karanlık, daha akıl doluydu. Ama en önemli dikkat çeken nokta karakterlerin işlenmesiydi filmde. Sanırım Joker karakteri tüm izleyenler için bir sürprizdi. Öyle anadan doğma muzipliğe sahip bir çizgi roman karakteri değildi artık. Hayatın çemberinden geçmiş, feleğin tokadını yemiş ensesinde boza pişirilmiş ve bu tecrübelerini artık kullanmaya karar veren ayağı daha yere basan bir karaktere dönüşmüştü. Kötülüğün manasız ve sebepsiz olamayacağını Joker karakteriyle iyi vurgulanmıştı. Batman’de her zaman ki gibi her şeye muktedir bir Amerikan kahramanı sayılmazdı pek. Halinden ve kahramanlığından bezmiş bir Batman vardı artık. Artık Sebeplerin yeterince besleyemediği bir kahramanlık ikonu söz konusuydu. Tabi bunların ardında yatan, yönetmen Christopher Nolan’ın karakter bazındaki gerçekçi yaklaşımıydı.

Inceptıon, suyun üstündeki hali ile güzel bir sinema şöleni sergilerken, suyun altındaki hali ile başka bir derdi olan bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Görünürde günümüz sinema seyircisine hitap ederken, görünmeyeni ile bundan fazlasını sunuyor. Alışagelmiş bir hırsızlık öyküsü gibi başlayan, ancak çalınmak istenenin elle tutulur, gözle görülür olmayan bir hedef olduğunu filmin hemen açılış sahnesinde seyirci öğreniyor. Tabi bu kadar açık sözlü olması, dolambaçlı bir yoldan bu bilgiye ulaştırmaması bile kayda değer. Bu bildik “hırsızlık” motifi ile akla giden yolu rüya ile açarak ilerliyor.
Rüya aklın kapısı ve bireleri bu kapıdan girerek içinde en derinde bulunanı çalmak ve hatta onu bir başkasıyla yer değiştirmek istiyor. Olabilir mi acaba? Akıl, evrenden ayrı farklı bir yasaya tabi olabilir mi? Ya da tam tersi, evren akıldan ayrı bir yasaya tabi olabilir mi? Ya da akıl dediğimizde neyi kast edebiliyor olabiliriz? Zamanı akıl nasıl algılıyor? Evrenin ölçülebilir zamanı var da, aklımız için farklı bir zaman düzlemi mi var? Yoksa akıl ile ruh arasında bir bağ var mı? Akıl evrensel yasalara ruh aracılığı ile nanik yapabiliyor mu? Farklı bir frekansta akıl farklı bir durum içine mi giriyor? Tüm bu sorular ve niceleri film esnasında düşünebilirsiniz. Ancak Yönetmenin burada yapmış olduğu alışagelmişin dışında bir “hakikat” ve “hayal” denklemi ile bizi baş başa bırakmak.
"— Her gün buraya gelip uyuyorlar.
— Hayır.
— Her gün buraya gelip uyanıyorlar."
Inceptıon, yani lügat-ı lisan da “Başlangıç” olarak karşılık bulur. Sinemalarımızda da bu isim altında yayınlanmıştır. Filmin künyesine bir göz atalım öncelikle; yönetmen ve senarist koltuğunda Christopher Nolan’ı görüyoruz (Batman Dark Knight filminden hatırlayacaksınız). Başlıca göze çarpan oyuncular ise Leonardo Di Caprio (The Departed, Shelter Island) ve Ken Watanabe (The Last Samurai).
Yönetmenin önceki filmi; yani Batman serisinin sonuncusu olan “Dark Knight”; kendisinden önce çevrilmiş olan Batman yapımlarından farklı bir üsluba sahipti. Daha karanlık, daha akıl doluydu. Ama en önemli dikkat çeken nokta karakterlerin işlenmesiydi filmde. Sanırım Joker karakteri tüm izleyenler için bir sürprizdi. Öyle anadan doğma muzipliğe sahip bir çizgi roman karakteri değildi artık. Hayatın çemberinden geçmiş, feleğin tokadını yemiş ensesinde boza pişirilmiş ve bu tecrübelerini artık kullanmaya karar veren ayağı daha yere basan bir karaktere dönüşmüştü. Kötülüğün manasız ve sebepsiz olamayacağını Joker karakteriyle iyi vurgulanmıştı. Batman’de her zaman ki gibi her şeye muktedir bir Amerikan kahramanı sayılmazdı pek. Halinden ve kahramanlığından bezmiş bir Batman vardı artık. Artık Sebeplerin yeterince besleyemediği bir kahramanlık ikonu söz konusuydu. Tabi bunların ardında yatan, yönetmen Christopher Nolan’ın karakter bazındaki gerçekçi yaklaşımıydı.

Inceptıon, suyun üstündeki hali ile güzel bir sinema şöleni sergilerken, suyun altındaki hali ile başka bir derdi olan bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Görünürde günümüz sinema seyircisine hitap ederken, görünmeyeni ile bundan fazlasını sunuyor. Alışagelmiş bir hırsızlık öyküsü gibi başlayan, ancak çalınmak istenenin elle tutulur, gözle görülür olmayan bir hedef olduğunu filmin hemen açılış sahnesinde seyirci öğreniyor. Tabi bu kadar açık sözlü olması, dolambaçlı bir yoldan bu bilgiye ulaştırmaması bile kayda değer. Bu bildik “hırsızlık” motifi ile akla giden yolu rüya ile açarak ilerliyor.
Rüya aklın kapısı ve bireleri bu kapıdan girerek içinde en derinde bulunanı çalmak ve hatta onu bir başkasıyla yer değiştirmek istiyor. Olabilir mi acaba? Akıl, evrenden ayrı farklı bir yasaya tabi olabilir mi? Ya da tam tersi, evren akıldan ayrı bir yasaya tabi olabilir mi? Ya da akıl dediğimizde neyi kast edebiliyor olabiliriz? Zamanı akıl nasıl algılıyor? Evrenin ölçülebilir zamanı var da, aklımız için farklı bir zaman düzlemi mi var? Yoksa akıl ile ruh arasında bir bağ var mı? Akıl evrensel yasalara ruh aracılığı ile nanik yapabiliyor mu? Farklı bir frekansta akıl farklı bir durum içine mi giriyor? Tüm bu sorular ve niceleri film esnasında düşünebilirsiniz. Ancak Yönetmenin burada yapmış olduğu alışagelmişin dışında bir “hakikat” ve “hayal” denklemi ile bizi baş başa bırakmak.
Dağ Başını Duman Almış

“Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar”
Önce, 2000’li yılların ilk yarısında piyasaya sürülmüş olan “Cola Turka” için yapılmış bir reklam kampanyasını hatırlatmak istiyorum. İlk reklam filminde Chevy Chase gibi bir isim kullanılmıştı. Bekleneceği üzere, “cola”ya değil “Turka”ya vurgu yapılmıştı. “Türk’e özgü” figürler serpiştirildiği reklam filminde, koladan içenler “Türk gibi” hareket etmeye başlıyordu.
En dikkate değer sahnelerden birinde, yemek masasında bir Amerikan ailesi görülür. Kolalarından birer yudum aldıktan sonra hep bir ağızdan Gençlik Marşı’nı söylemeye başlarlar.
Peki, “Türk’e özgü” zannedilen bu marşın menşeinin İsveç olduğunu biliyor muydunuz? Asıl ismi “Tre Trallande Jamtor” olan şarkının bestecisi, 1864-1937 yılları arasında yaşamış Felix Körling’tir. 1904 yılında bestelenmiş, Selim Sırrı Tarcan tarafından ithal edilmiş ve Ali Ulvi (Elöve) Bey tarafından 1915’te güftesi yazılmıştır. Atatürk’ün de şarkıyı çok sevdiği ve Samsun’a giderken vapur güvertesinde arkadaşlarıyla birlikte söylediği rivayet edilir. Kaynağını bilememekle ve sahihliğinden emin olamamakla birlikte Atatürk’ün şu sözünü de aktarma gereği duyuyorum: “Anadolu’nun dağ başlarını, tekerleklerine çuval doldurduğumuz kırık-dökük otomobillerle aşarken bu marşı, yanımda bulunanlara söylemeyi adet edinmiştim”.
1938 yılında düzenlenen bir yasayla 19 Mayıs, Gençlik ve Spor Bayramı olarak kabul edilmiş ve marşı da Gençlik Marşı olmuştur.
Ayrıca Gençlik Marşı için, 70’li yıllarda zirve dönemini yaşamış, “yabancı” şarkılara Türkçe sözler yazma (kimi başarılı olup hala kendini dileten, kimiyse geçmişimize kâbus gibi çöken aranjman) geleneğinin ilk örneklerindendir de diyebiliriz.
Kültür, tabiatı gereği kelebek misali dolaşmaktadır. Bu nedenle doğduğu yerin çok ötesinde büyüyüp serpilmektedir. Anavatanı farklı olsa da, aradan geçen bir asırlık zamandan sonra “Gençlik Marşı” için gönül rahatlığıyla “bizimdir” diyebiliriz. Bir konuda sizi yanıltmış olmayı istemem. “Bizim” demekle, alıp kullanmak istediğinizde, Türkiye’de yayın haklarını elinde bulunduran firmaya telif ödemekten kurtulamıyorsunuz çünkü.
Haşere
Küçük işlerin adamı
Büyük düşman karşısında
Sümüklüböcek
Elbette hem küfredecek
Hem gölgesinden nasiplenecek
Meraklı çocuklar
Çubukla dürtüyor
Acıyor karnı
İçine çekiliyor
Ey elimden gelen budur diyen
Sahte güçlerin sahte düşmanı!
Utanmadan seviyorsan yalanı
Her fırsatta dalgalandır
Balkonundan çarşafları
Şubatın Kulak Misafiri
— Kapat şu teybin sesini, bak salâ okunuyor.
— Ölüyüm ağa insaf et.
* * *
— İnanmak var etmektir.
— Bence yok etmektir.
* * *
— Klasik anlamda, bilinenlerden çok farklıdırlar.
— Yazılmamış senaryo kaldı mı peki?
— Kadro sürekli genişliyor. Hikâyeler iç içe geçmiş şekilde artıyor.
— Artıyor ama bilinenlerin dışında yeni ne var? Hiç.
— Çabuk tükeniyoruz. Ürettiklerimiz bir süre sonra tükettiklerimize yetişmeyecek. Açık kapatmak için nitelik daha da düşürülecek. Ne olursa olsun, içlerinden güzeli, iyiler ayrılır.
* * *
— İzmariti atma denize.
— Neden? Sen de hep çevrecisin.
— Şu manzaraya bak. Denize vuran Ay’a bak. O beyazlıkta yüzen variller, çöpler, poşetler görmek ister misin?
— Bak doğru söyledin. Bunu çöpte söndüreceğim.
* * *
— Yazmaktan korkuyorum. Ya yazdığım gerçekleşirse.
— Şimdiye kadar hiç oldu mu?
— Yazdıklarımın hepsi yaşandı.
— İnanmıyorum.
— Yani, sıralama farkı var tabi.
— Anladım. Gerçekleşeni yazdın.
— Kalem için fark etmez.
* * *
— İnsanların hepsi ikiyüzlüdür.
— Ne? Ne yani, ben de mi ikiyüzlüyüm?
* * *
— Demek eski Türkler kuantumu çok önceden beri biliyorlardı, öyle mi? Bir örnek isteyebilir miyim?
— Tabi. Mesela, “bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur”.
— Ölüyüm ağa insaf et.
* * *
— İnanmak var etmektir.
— Bence yok etmektir.
* * *
— Klasik anlamda, bilinenlerden çok farklıdırlar.
— Yazılmamış senaryo kaldı mı peki?
— Kadro sürekli genişliyor. Hikâyeler iç içe geçmiş şekilde artıyor.
— Artıyor ama bilinenlerin dışında yeni ne var? Hiç.
— Çabuk tükeniyoruz. Ürettiklerimiz bir süre sonra tükettiklerimize yetişmeyecek. Açık kapatmak için nitelik daha da düşürülecek. Ne olursa olsun, içlerinden güzeli, iyiler ayrılır.
* * *
— İzmariti atma denize.
— Neden? Sen de hep çevrecisin.
— Şu manzaraya bak. Denize vuran Ay’a bak. O beyazlıkta yüzen variller, çöpler, poşetler görmek ister misin?
— Bak doğru söyledin. Bunu çöpte söndüreceğim.
* * *
— Yazmaktan korkuyorum. Ya yazdığım gerçekleşirse.
— Şimdiye kadar hiç oldu mu?
— Yazdıklarımın hepsi yaşandı.
— İnanmıyorum.
— Yani, sıralama farkı var tabi.
— Anladım. Gerçekleşeni yazdın.
— Kalem için fark etmez.
* * *
— İnsanların hepsi ikiyüzlüdür.
— Ne? Ne yani, ben de mi ikiyüzlüyüm?
* * *
— Demek eski Türkler kuantumu çok önceden beri biliyorlardı, öyle mi? Bir örnek isteyebilir miyim?
— Tabi. Mesela, “bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur”.
Neyzen Tevfik’in Üstüne Kalan Şiir

Henüz isim bulmuş değiliz, çalışmalar sürüyor. Şimdilik “sosyal ağ yaratığı” diyelim. Bir tuhaf insan türü, bir tek kitabını okumadığı yazarların sözlerinden alıntılar paylaşıyor, beğendiği sözü, altındaki imza ile birlikte çevresine yayıyor. O söz hangi kitapta geçmiş, gerçekten o yazara mı ait, araştırma gereği duymuyor. Yanlışlık çoğaldıkça çoğalıyor, bir noktaya geliyor, önüne geçilemiyor.
Kendisine ait olmayan şiirle anılan şairlerimizden biri de Neyzen Tevfik (Kolaylı). “Ne Ararsın Tanrı ile Aramda” isimli şiiri bilmeyenimiz yoktur. Şiir, özellikle belli bir kesim tarafından çokça seviliyor ve paylaşılıyor. Paylaşanlar kendilerini aydın, modern kabul ediyorlar. “Be Hey Dürzü” diye de karşımıza çıkan bu şiiri Zülfikar gibi “karanlığa” savuruyorlar. Bense hiç beğenmediğim, son derece tatsız bulduğum bu şiirin altında Neyzen Tevfik adını görünce üzülüyorum. Tarih ve edebiyat bakımından ne derece bilgi fakiri olunduğunun tekrar tekrar kanıtlanması diyorum.
“Dürzü” veya “Dürzî”, galat-ı meşru, bugün halk dilinde hakaret olarak kullanılıyor. Neyzen Tevfik, Osmanlı Döneminin çocuğu olduğuna göre kelimeyi Osmanlıcada aramakta fayda var. Develioğlu ve Püsküllüoğlu sözlüklerinde karşılığını “Lübnanlı” olarak buluyor. Tdk’nin sözlüğünde ise “Dürzi” kelimesi “Suriye'nin Havran bölgesinde yaşayan ve kendilerine özgü mezhepleri olan bir Müslüman topluluğu” şeklinde açıklanıyor. Tdk, “dürzü” kelimesini ayrıca ele almış ve “ünl. Ağır hakaret ve küfür sözü” karşılığını vermiş. Pek vahimdir diyebiliriz, yangına körükle gitmektir.
Sözlükler konuya açıklık getirmekten uzaklar. Dürzîler, bugün daha geniş coğrafyada varlıklarını sürdürmektedirler. Kendilerini İslâm içerisinde saymaktadırlar. Haklarında söyleyebileceklerimiz yazımızın kapsamı dışındadır. Bu kadarcık bilginin bile, bir şiire “Be Hey Dürzü” isminin verilmesinin ne vahim olduğunu göstermeye yeteceği kanaatindeyim.
Şiirin dördüncü mısraında “Başı açığa neden türban sorarsın?” cümlesi geçmektedir. Neyzen Tevfik, çok partili döneme geçişin ilk yıllarında göçmüştü. Yaşadığı dönemde “türban” tartışmasının yaşandığına dair bir işaret yoktur. Şiiri paylaşıp yayanlar, tarih konusunda biraz olsun kafalarını çalıştırsalardı, şiirin 20. Yüzyılın ikinci yarısına ait havasını kolaylıkla yakalayabilirlerdi.

Şiirin asıl sahibi, durumu düzeltmek için gayret göstermiştir. Kimi yayın organları da yanlışın düzeltilmesine katkıda bulunmuşlardır. Fakat Google aramalarında ağırlık hala doğruda değildir. Sadece pespayeliğe düşkünlükle açıklayabiliyorum. İnternet'e sahip çağın insanının başka hiçbir bahanesi yoktur.
Vampirler ve Zombiler
Yaşayan Ölülerin Dönüşü filminde vücudunun yalnızca üst kısmı bulunan, açıktaki omurgası yılan gibi kıvrılmakta olan bir kadını masaya bağlamış sorguluyorlar:“— Neden beyin yiyorsunuz?
— Acıdan…
— Ne acısı?
— Ölü olmanın acısı…”
Enver Gökçe, “Olur Biter” isimli şiirinde “Başımızı gelen bütün bu şeyler, dünyada olmamaktan daha iyi” der. Ölüler, ölü olmanın acısını yaşayanlardan çıkarmayacaklar kimden çıkaracaklar? Tartışmak istediğim iki grup “ölü”; vampirler ve zombiler. Çokça kullanılan iki korku elemanıdır; vampir ve zombi. İkisi de ölü kabul edilmesine rağmen önemli bir fark vardır: Sınıf… İki farklı sınıf ölüdürler. Vampirler ‘üst’ sınıfı temsil ederken zombiler ‘aşağı’ tabakayı temsil etmektedirler. Bana göre en önemli ortak yanları, her ikisini de bir şekilde, ikinci kez ‘öldürmek’ gerekir.
Belki insanoğlunun hafızasına, hatırlamadığı uzak geçmişte salgın hastalıklarla birlikte yerleşti, belki gerçekten bir yerlerde, filmlerdeki gibi olmasa bile, korkunç olaylar yaşandı. Gerçek ne olursa olsun günümüz gerçekliğini, toplum düzen ve hiyerarşisini temsil eden iki sembol var önümüzde.
Zombi olmak için herhangi bir şart, önkoşul yoktur. Bir salgın hastalıktır ölüm, kimseye ayrıcalık tanımaz, kimseyi reddetmez. Nereden başladığı bilinmez, başlamış olması sizin de peşinizde olduğunu göstermektedir. Yaşayan insan ile yaşayan ölü arasındaki geçiş çok kısa bir zaman içerisinde gerçekleşir. Ölümün başladığı yerde insan biter. O andan itibaren karşınızdaki tanıdığınız kişi değildir. Düşünmeyecek, hissetmeyecek, amaç edinmeyecektir. Sizi tanımayacak, hedef olarak görecektir. Kendinizi koruyup kurtulmazsanız sadece bir ısırıkla, onlardan biri olursunuz. Eminim kimsenin arzu etmediği bir durumdur.

Vampirlerse insanların içinde kaybolur ya da kendilerini gizlerler. Eğer sizi aralarına katmayacaklarsa
sundukları tekrar canlanamayacağınız bir ölümdür. Beslenecekleri sıradan bir çiftlik hayvanısınızdır. Yalnızca geceleri yaşarlar, isterlerse sizden biriymiş gibi hareket ederler. İnsandan çok daha güçlüdürler. Tarih kitapları bu şekilde yazmaz; bugüne kadar süren, insanın mücadelesi, vampire av olmamak, zombileşmemektir. Soyu tükenen türlerden bir tanesi de bu savaşı sürdürenlerdir. Hikâyelerini okuyanlar, filmlerde görenler tarih gözüyle bakmazlar olanlara. Peki, yaşadığımız şartlarda bu iki tür ölü, kime karşılık gelmektedir?
Gündüzleri sürekli bir yerlere koşuşturuyor. Yaşamını sürdürebilmek için gününün neredeyse yarısına yakınını çalışarak geçiriyor, ekmeğini kazanmak için kimi zaman başkalarını ezip geçmekten çekinmiyor. Uyku süresini de çıkarınca kendisine kalan çok az süreyiyse dijital eğlence araçları karşısında tüketiyor. Sembol bombardımanıyla lime lime edilmiş beyni aynı konu üzerinde birkaç dakikadan fazla yoğunlaşamıyor. Ağla dediklerinde ağlıyor, gül dediklerinde gülüyor. Üstelik bu iki zıt durum arasında yalnızca bir solukluk mesafe bulunuyor. Ölü balık gibi bakan gözlerle, renk değiştirmiş teniyle sizin üzerinize koşup dişlemeye çalışmasalar da çevrenizdeki insanlar birer zombi. Sizden olmayana saldırıyorsanız, siz de öylesiniz.

Vampirler mi? Verdiklerinden fazlasını alanlara bir ayna tutun. Kendilerini görmediklerini fark edeceksiniz. En önemli özellikleri kendini bilmezlikleridir. Kutsal/okunmuş su atmakla, dua okumakla kurtulamazsınız. Sarımsak kokan ağzınız uzaklaşmalarında etkili olabilir ama zaten iki sınıf arasında temas nadiren gerçekleşir. Öyle görünseler de inandıklarınıza inanmazlar, başka dinleri vardır. Söyledikleri, asla anladıklarınız değildir; şifrelidir. Vasatın üstüne çıkamadıkları işlerde, en yukarı mertebelerde oturtulurlar. Onları tanıyorsunuz. Görmek istiyorsanız, bakmalısınız.
Patlak
Konuk Yazar: Fikret Abalı
bu hikayede bir kadın var
bir de adam
biri diğerini çok sever
diğeri birini az
sorsan birine kainat
onlar için var
diğerine sorsan yol uzun
belli mi olur
belki de lastik patlar
bu hikayede bir kadın var
bir de adam
biri diğerini çok sever
diğeri birini az
sorsan birine kainat
onlar için var
diğerine sorsan yol uzun
belli mi olur
belki de lastik patlar
The Sunset Limited - Tommy Lee Jones
“You give up the World
line by line.”
(Dünyadan satır satır vazgeçersin.)
Oyuncu kadrosu en az filmlerden biri. Sadece iki kişiden, Samuel L. Jackson (Siyah) ve Tommy Lee Jones (Beyaz), oluşuyor. Film formatında bir tiyatro oyunu diyebiliriz. Yanlış olmayacaktır, çünkü Cormac McCarthy’nin aynı isimli oyunundan sinemaya uyarlanmış. Aksiyonu, havaya uçan arabalarda, patlayan silahlarda, kırılan kemiklerde arayanlar, tek planlık bu filmdeki "şiddeti" göremeyeceklerdir. Doksan bir dakikalık film tek odalık bir banliyö dairesinde geçiyor. Karakterlerimizin ismi yok. Ten renklerinden dolayı biri “Siyah” diğeri “Beyaz”dır. Siyah, diğerine profesör diye hitap etmektedir. Senaryonun temelini iki farklı inanç ve dünya görüşüne sahip bu iki insanın diyalogları oluşturmaktadır.
Siyah, intihar etmek için kendini tren raylarına atmak üzere olan Beyaz’ı engellemiş ve evine getirmiştir. Mutfağın da içinde bulunduğu o tek odalık evde, masa başında karşılıklı otururken görürüz ilk defa onları. Masanın üzerinde kalem, küçük bir not defteri, üzerinde gözlük duran bir gazete ve bir de İncil durmaktadır.
Beyaz her türlü inancını tüketmiş, yaşamını sonlandırmak isteyen bir entelektüeldir. Siyah ise hapishaneye girip çıkmış, hapishanede inancını bulmuş, o inanca sarılmış, yalnız yaşayan bir adamdır. Beyaz, gitmek istemektedir. Sadece o odadan değil, evrenden de çıkmak istemektedir. Siyah, sohbet ederek, ısrar ederek Beyaz’ı sadece odada tutmaya çalışmaz, onu hayatta da tutmaya çalışır. Çünkü Beyaz’ın o evden çıktıktan artık olmayacağını bilir.
Konuşma ilerledikçe, birbirlerinin neredeyse tamamen zıttı iki bakışın tartışmalarına tanık oluruz. Mesele sadece inanç değildir. Farklı görmektir, farklı hissediştir ve farklı neticelere varıştır. Öyle sürükleyici bir tempoda ilerler ki konuşmalar, tahterevallide devinen iki ihtiyar görürüz adeta.
Tartışmanın doruk noktasında konuşulanları ya daha önce hiç düşünmemişizdir (bu grup zaten ilk yarım saatte sıkılıp filmi izlemeyi bırakacağından veya uyuklamaya başlayacağından konumuz dışında kalmaktadır) ya da kendimize söylemekten, kabullenmekten kaçınmışızdır.
The Sunset Limited etkileyici bir film. Eğer filmin sizi içine almasına izin vermişseniz, bittikten sonra kendinizi toparlamak için biraz zamana ihtiyacınız olacaktır. Sonrasında, kim bilir, farklı bir gerçekliğe gözünüz açılır ve bedenlerini güçlükle uzamda sürükleyen, varlıklarını nadiren sezebildiğiniz “Beyaz”larla, inandıklarının sizi aydınlığa çıkaracağını iddia eden “Siyah”ların dünyasında yaşadığınızı görürsünüz. Belki de kendi renginizin, var oluşu tereddütle yaşayan, çirkin bir gri olduğunu fark edersiniz.
Hangi renk olduğunuzun ne yazık ki sonuca etkisi yoktur.
Çocuklukçuluk
Kim daha gülünç görünür,
Çocuk kalmak isteyenden?
Yüzüne vurmuş avanaklığı,
“İçimdeki çocuk” diye
Pazarlayana gülerim.
Çocuk kalmak isteyenden?
Yüzüne vurmuş avanaklığı,
“İçimdeki çocuk” diye
Pazarlayana gülerim.
Çağrı’yla Sohbet 1

— Dün biz lunaparka gittik. Ben Alihan’la uçağa bindim. Alihan, neydi, tırtıla bindi. Sadece tekti ama Alihan’dan sonra ben dönme dolaba bindim. Alihan’la birlikte bindik.
— …
— Biz bu akşam dondurma almaya gideceğiz. Biz, ikimiz.
— Neden?
— Çünkü ben istiyorum. İstersen sen de bir tane al.
— Ama ben istemiyorum. Sen neden istiyorsun?
— Benim canım çekti çünkü, anladın mı? Oraya öyle yaz.
— Bence insan, geceleri oruç tutmalı.
— Ama ben oruç tutmak istemiyorum.
— Gerçi ben de söylüyorum ama uyuyor muyum?
— Bu konuşmalar sıkıcı da bana ne zaman alacaksın şu dondurmayı?
— Yarışmayı seviyor musun?
— Evet.
— Kazanmayı seviyor musun?
— Evet.
— O zaman kazanman gerek. Benim kadar hızlı yazmayı…
— Ben yazmayı bilmiyorum ki.
— Ama öğreneceksin.
— Haklısın… Sen, ben şu dondurmayı bugün al ama yarın değil.
— Ödev yapmayı sevecek misin?
— Evet, hatta çok.
— Sıkıcı olsa da mı?
Dead Can Dance
Yaklaşık otuz yıllık bir grup Dead Can Dance. İsminin yüklendiği anlamla insanlığın hatırlamakta zorlandığı müziklere yeniden hayat veriyor. Bu sene yeni bir albüm ve tur müjdesi veriyorlar. Bakalım nerelerde konaklayacaklar.
Son on yılda çıkan pek çok gruba, müzisyene ilham kaynağı olan grup, 1996 yılında Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda, kalabalık bir izleyici kitlesine konser vermişti.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Eflatun Solmaz - Köle
Ya salağa yatarsın. Ya nereye yatarsan yat, salaksın. Dostluklar ısınıyor içimde, transistörler gibi... Zorunlulukların ve arzuların dilek...
-
Sümbülzade Vehbi, 18.yüzyılda yaşamış bir şahsiyet. Tevatür odur ki bir gün padişahın huzuruna çağırılır. Hiç işi gücü olmayan, durduk yere ...
-
Rapunzel dendiği zaman gözümüzün önüne, upuzun saçlarını kuleden aşağıya sarkıtmış bir genç bir kız imgesi gelir. Ben de bu yazımda o saçla...
-
Browne, 1632 Ocağı'nda Felemenk'te ikamet ettiği ve insan bedeninin sırları konusuna her zamankinden daha fazla yoğunlaştığı bir dö...

